29 Haziran 2013 Cumartesi

Yeniden Büyük Eskişehirspor!

Eskişehirspor ilk kez iki listeli bir kongrenin sonucunda yeni yönetimine kavuştu...
Yeni yönetimin ilk icraatı, kulüp çalışanları üzerinde bir operasyon yapmak oldu...
Personelin de büyük bir bölümü yenilendi...
Teknik heyet de yenilendi...
Bursaspor'un şampiyonluğunda önemli bir paya sahip olan Ertuğrul Sağlam ve ekibi Eskişehirspor'un teknik yönetimine getirildi...
Bu yeniliklerin sezon açılana kadar devam edeceği açık...
"Önce Güven" ekibi yeni yönetim tarzı ile lig başlamadan yenilik hareketlerini tamamlayacaktır...

Yeni yönetimin bu yenileşme hareketi tüm camia tarafından hoşgörü ile karşılanıyor...
Olumlu bakılmasa bile yeni yönetimin yeni kişilerle çalışma isteği son derece makul karşılanıyor.
Bundan da anlaşılıyor ki, an itibariyle yeni yönetime taraflı tarafsız herkes güveniyor...
***
En önemlisi taraftarın tamamı bu güven ortamını yeni yönetime sunmuş durumda.
Çalkantılı geçen bir Halil Ünal döneminden sonra camianın büyük bir kesimi Mesut Hoşcan ve ekibine tam güvenmiş ve rahat bir çalışma ortamı hazırlamıştır.
Benim gibi az sayıda Eskişehirspor sevdalısı ise, temkinli davranmayı tercih ediyor...
Temkinli davranmamın Mesut Hoşcan ve ekibi ile hiç bir alakası yok...
Sadece yıllardır verilen sözlerin hemen ertesi gün unutulduğu bir camiaya mensup olmanın verdiği bir hal içindeyim...
Belki de "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" konumundayım...
Açıkçası korkuyorum...
Güvenmek istiyorum ama temkinli durmak zorunda hissediyorum kendimi...
Hoşcan ve ekibi şu ana kadar tam istediğimiz bir çizgide gidiyor,
Bu durum biraz olsun rahatlatsa da içimizi biraz daha zaman gerekiyor...
Bu zaman içersinde elbette Mesut Hoşcan ya da ekibinin hataları olacaktır.
Bu hataları görmezden gelmek olmaz.
Bir kenara not edeceğiz fakat yeni yönetimin sistemi oturtana kadar bu tür hatalar yapmasının olağan olduğu düşüncesiyle eleştirilerimizi sadece not kağıdında tutacağız...
***
Bir süre susarak destek vereceğiz,
Yeni yönetim belli bir olgunluk dönemine ulaştıktan sonra da eleştirilerimizle destek olacağız...
Eskişehirspor sevdalılarından bu noktada tek bir ricam var...
Şakşakçı olmayalım...
Destekçi olalım ama hataları örtbas etmekle destek olamayacağımız gerçeğini de unutmadan hareket edelim.
Seçimlerden önce de söyledim benim için Halil Ünal ile Mesut Hoşcan arasında şu an itibariyle hiçbir fark yok...
Mesut Hoşcan ve ekibi fark yaratmak için göreve talip oldular ve bu farkı yaratarak gönlümüzde yerlerini alacaklar...
Ancak ben bir Eskişehirspor sevdalısı olarak bu farkı görmeden Mesut Hoşcan ya da bir başkasını kutsayarak, ilahlaştırarak sevemem...
Mesut Hoşcan ve ekibini sevmemiz için tek sebep olacak o da Eskişehirspor'a yapacakları hizmetlerdir...
Bütün kalbimle arzu ediyorum ki, bu sürecin sonunda sayın Mesut Hoşcan'ı merhum kurucu başkanımız Dr. Aziz Bolel'i sevdiğim gibi seveyim...
Bugün "önce güven" diyerek ve büyük bir medeni cesaret örneği göstererek bu vazifeye talip olanları bir gün bu efsaneyi yaratanları sevdiğim gibi sevmek en büyük temennim...
Ben kendi adıma onlardan şampiyonluk beklemiyorum...
Ertuğrul Sağlam'ın Bursa'dan sonra bizi de şampiyon yapmasını beklemiyorum...
Tek beklentim bir önceki dönemde adı çeşitli şekilllerde kirli oyunların içinde anılan Eskişehirspor'umuzun yeniden şerefiyle anılan bir camia haline getirilmesidir...

***
Yıllardır hep söylüyorum biz Eskişehirspor'u sevebildiğimiz kadar sahip çıkabildiğimiz an Eskişehirspor yeniden efsane olduğu günlere dönecektir.
Kişilere sahip çıkmak yerine Renklerimize, Armamıza ve bütün değerlerimize sahip çıktığımız an bizim karşımızda hiçbir güç duramaz...
Büyük vaatlerle göreve gelen Mesut Hoşcan ve ekibinin verdiği sözlerin takipçisi olalım.
Mesut Hoşcan ve ekibi de şunu kesinlikle bilsin ki, bizim tek isteğimiz bu ekibin başarılı olmasıdır...
Belki de ben kendi adıma Mesut Hoşcan'dan daha fazla Mesut Hoşcan'ın başarılı olmasını istiyorum...
Çünkü bu sevda benim...
Çünkü bu arma benim...
Çünkü bu renkler benim...
Çünkü bu şanlı mazi benim...
Çünkü ben bu camiaya sevdalıyım...
Yeni yönetimle el ele vererek, bütün samimiyetimizle, geçmişte yaşanan dargınlıkları küskünlükleri bir kenara bırakarak, gelin yüreklerimizdeki ortak Kara&Kızıl sevdamızın hürmetine her şeye yeniden başlayalım.
Unutmayalım ki;
Birbirini sevmeyen insanlardan oluşan topluluklar asla ve asla başarıyı yakalayamazlar!
YAŞASIN ESKİŞEHİRSPOR!

Hedefimiz YENİDEN BÜYÜK ESKİŞEHİRSPOR!


28 Haziran 2013 Cuma

CHP Nereye Koşuyor!?

Aslına bakarsanız hiç bir yere koştuğu yok...
İki fotoğraf karesi var CHP'ye ait.
Fotoğrafın ilkinde CHP'nin yüz ifadesini görüyoruz...
Nefes nefese,

Kan ter içinde kalmış bir uzun mesafe koşucusunun yüz ifadesini görüyoruz bu fotoğrafta...
Yorgun ama inatçı,
Bitkin ama dirençli,
Bıkkın ama inançlı...
Bu fotoğrafı görünce bir vatandaş olarak umutlanıyoruz, hevesleniyoruz...
Bugünkü baskıcı AKP iktidarına karşı can siperane çalışan, koşturan bir CHP var diyoruz...
Fakat ne yazık ki aradan çok geçmeden ikinci fotoğraf karesi geliyor gözümüzün önüne...

***
İkinci fotoğraf karesine baktığımızda CHP'nin bir yol üzerinde değil;
Bir koşu bandı üzerinde koştuğunu görüyoruz...
Hedefsizce, sadece vücudunu zinde tutmak için idman yapıyormuş meğerse...
İşte bu manzara halkın bütün umutlarını tüketiyor.
Atatürk'ün partisidir,
Cumhuriyetimizin kurucularının partisidir, düşüncesiyle halen CHP'ye büyük bir sevgiyle bağlı olan halkımızın önemli bir kesiminin umutları koşu bandı üzerinde koşturup duran CHP fotoğrafını görünce adeta dipsiz bir kuyuya düşüyor...
Birinci fotoğrafla birlikte yanan bütün ışıklar sönüyor,
Umutlar yeniden karanlıklar prensinin karanlık dünyasında yok olup gidiyor.
***
Son 2 aydır yaşadığımız olaylar baktığımız vakit CHP tarafında görülen manzara ne yazık ki, budur!
AKP hükümetinin oluşturduğu gündemlerin peşine takılıp giden,
Gezi Parkı eylemlerinde ayakta kalabilme umutlarını sokaktaki vatandaşa bağlayan,
Sokak eylemlerinin büyümesi için çaba sarfeden bir CHP görüyoruz siyasi arenada...
Gezi Parkı eylemlerine destek vermesine sözümüz yok elbetteki.
Fakat Atatürk'ün kurduğu bir siyasi partinin devlet adabına uygun hareket etmesini bizim gibi tüm CHP seçmenleri de beklerdi bugünkü CHP yönetiminden.
Onlar devlet adabına uygun hareket etmektense halkın kendi kendine başlattığı bir eylemi sahiplenme ve bundan siyasi rant elde etme yolunu seçtiler.
Bu da bugünkü CHP yönetiminin beceriksizliğinin ve acizliğinin bir göstergesi olmuştur.
CHP içinde az sayıdaki samimi siyasetçiyi tenzih ederek söylemek gerekir ki, CHP'nin bugünkü yöneticileri artık kendilerine inanan halkın beklentilerini karşılamaktan çok ama çok uzaklaşmış bulunmaktadırlar...
***
Mart 2014'te yapılacak olan Yerel Seçimlerle ilgili henüz hiç bir somut çalışmasını göremedik CHP'nin...
İstanbul başta olmak üzere hiçbir Büyükşehir'de hazırlık yok...
Özellikle İstanbul'da henüz kimin aday olacağına dahi karar verebilmiş değiller...
Halkın büyük bir beklenti içinde olduğu Mustafa Sarıgül meselesini dahi çözemediler...
İstanbul'da CHP seçmeni Sarıgül konusunun bir an evvel çözümlenmesini beklerken,
CHP'li üst düzey yöneticiler farklı açıklamalar yapıyorlar...
Birisi çıkıyor Hanya diyor,
Diğeri çıkıyor Konya diyor...
Orasını burasını bilmem ama CHP yönetimi bu tutumunu sürdürürse,
CHP seçmeni ilk seçimde onlara Hanya'yı da Konya'yı da bir daha asla unutamayacakları bir ders ile öğretecektir...
***
Bugün AKP iktidarının baskıcı yönetim tarzı karşısında alternatif arayan halkın yaklaşık yüzde 40'lık bir kesimi umudunu CHP'ye bağlamışken,
CHP'li milletvekilleri ve yöneticilerinin iç çekişmelerle vakit geçirdiklerini görüyoruz.
CHP seçmeninin en çok beğendiği ve umut bağladığı siyasetçilerin ayaklarının kaydırılması girişimlerini görüyoruz...
Muharrem İnce gibi toplumun her kesiminin beğenisini kazanan bir siyasetçinin CHP içinde birilerine rahatsızlık verdiğini TBMM Gurup Başkanvekillikleri seçimlerinde net bir şekilde görebiliyoruz...
Halk baskıcı zihniyetten kurtulmanın derdine düşmüşken,
Halkın partisi olduklarını iddia edenler ne yazık ki, kendi koltuklarının derdine düşmüşlerdir...
En üst düzey yönetimden, ilçe örgütlerine kadar manzara hep aynı...
Kim kimin ayağını kaydıracak herkesin onun hesabını yapıyor...
Halkın partisi CHP ne yazıkki yöneticilerin çiftliği haline gelmiş ve halkın sorunlarını çözmeyi bırakın düşünmekten dahi aciz bir durumdadır...
***
Hal böyle olunca CHP seçmeni için iki tercih hakkı kalıyor...
Birincisi kendisini ifade eden bir siyasi söyleme sahip olan yeni bir partiye oy vermek,
İkincisi ise, sandığa gitmemek...
CHP seçmeninin önemli bir bölümü bugüne kadar sandığa gitmemeyi tercih etti...
Elbette bu tutum AKP'ye yaradı...
Bugün bunun farkına varan CHP seçmeni önümüzdeki yerel seçimlerde mutlaka sandığa gidip oyunu kullanmak istiyor...
Mevcut CHP yönetimi koşu bandından inip halkın yolunda yürümeye başlarsa bu oyları yeniden kendi hanesine yazdırabilir, aksi takdirde hem sandıktan kaçan oylar hem de bütün olanlara rağmen umutla CHP'ye verilen oylar başka bir siyasi partinin hanesine yazılacaktır...

24 Haziran 2013 Pazartesi

Koalisyon hükümetlerini öcü haline getirenler!

600 yıl boyunca padişahlıkla yönetilmiş olan bir milletin torunları olarak 1923 yılında kurduğumuz "Cumhuriyet" rejimini bir türlü sindirememiş durumundayız.
Cumhuriyet halkın kendi kendini yönetmesi anlamı taşımaktadır.

Seçtiği temsilciler vasıtasıyla kendi kendini yönetir bu rejimde millet.
Fakat Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki CHP'li yıllarda dahil olmak üzere halk bir türlü kendi temsilcilerini seçebilmiş değildir.
Bir lider vardır.
O lider birilerini seçer.
Size de "alın sizin temsilcileriniz bunlar bunları seçin" denilir.
Siz de eliniz mahkum o seçilmiş temsilcileri onaylamak zorunda kalırsınız.

Kuruluş yıllarındaki uygulamayı "zamanın şartları" dahilinde belki hoş karşılayabiliriz.
Bir geçiş dönemi vardır ve bu geçiş döneminde alıştırma turları bu şekilde yapılmış olabilir.
O dönemleri hem yaşamamış olmamız açısından hem de 600 yıllık bir geleneğin dönüşümünün ilk adımları olması açısından çok fazla eleştiremeyebiliriz.
***

Çok partili hayata geçişle birlikte "manzara-i umumiye" değişmiyor.
Atatürk'ten sonra CHP ve Türkiye Cumhuriyeti'nin liderliğini devralan İsmet İnönü de aynı tarzı sürdürüyor.
Kendisini "Milli Şef" ilan ediyor.
Bir nevi parlamenter padişahlık rejimi hüküm sürüyor.

İsmet İnönü'nün karşısına halkın sesi olarak çıkan Adnan Menderes de aynı çizgiyi takip ediyor.
Demokrat Parti'nin tek başına iktidara gelmesi de halkın kendi kendini yönetmesi anlamına gelen Cumhuriyet rejimini gerçek anlamına taşıyamıyor.
Bizim seçeceklerimizi önce onlar seçiyor sonra bize de onaylamak düşüyor.
Mensubu bulunduğu parti içinde halkın sesini parti karar mekanizmasına duyuracak kişiler değil, parti liderinin kararlarını emme basma tulumba misali onaylayacak emir erleri seçiliyor büyük bir çoğunlukla.

Hem Atatürk ve İsmet İnönü'lü CHP dönemlerinde hem de Adnan Menderes'li DP dönemlerinde tek parti iktidarları hüküm sürüyor.
Bu dönemlerde halkın büyük kısmı memnuniyetsizlik içinde.
Hükümetlerin kararları halkın tamamını memnun etmeye bir türlü yetmiyor.
Hep yüzde 50 - yüzde 50 berabere...
Memleketin yarısı memnun yarısı memnun değil.

Bir türlü tek parti iktidarları döneminde halkın çoğunluğunu memnun etmeyi beceremiyoruz.
***
Çok partili hayatın gerçek anlamda yaşandığı 1950-1960 yılları arasındaki 10 yıllık DP iktidarı döneminde 60'a yakın idam gerçekleştirilmiş.
Basına sansürler uygulanmış.
Sürgünler gerçekleştirilmiş.

Yasaklar had safhaya çıkmış.
"Yeter! Söz Milletin" sloganıyla meydanlara çıkmış ve büyük bir çoğunlukla iktidara gelmiş olan DP hükümeti kendisine inanmayanları millet kavramının dışında tutmuş ve baskılar başlatmıştı.
Baskıların büyük bir çoğunluğu Milli Şef'in CHP iktidarı döneminde yaptığı baskılara misilleme gibiydi.
İnönü döneminde Sovyetler Birliği'ne yanaşan Türkiye Cumhuriyeti, Adnan Menderes döneminde rota değiştirip bir diğer emperyalist dünya gücü olan ABD'ye doğru yanaşmaya başlıyor.
İnönü ve Menderes dönemlerinde yaşananların sonucunda Cumhuriyet rejiminin, yani halkın kendi kendini yönetmesi rejiminin koruyucusu ve savunucusu olarak ortaya çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koyduğunu açıklıyordu.
Demokratik rejiminin aktörleri olan siyasetçilere "Siz bu demokrasi işini beceremediniz, siz bi kenara çekilin biz size bunu biraz öğretelim" denildi adeta.
Askeri cunta da aynı yolu izledi.
Halkın bir kesimine zulmedildi.
Halkın yarısının takdir ettiği siyasetçiler darağaçlarında sallandırıldı.
Adeta bir imha ekibi gibi çalıştılar.

***
1960'lı yıllar adeta geçiş dönemini yeniden yaşamak gibiydi.
Baskıcı ve otoriter rejim kendince yeniden çok partili siyasi yaşama dönmenin gayreti içindeydi.
Darbe yapmanın amacı demokrasiyi yeniden şekillendirip yaşama dahil etmek idi.
1970'li yıllara girdiğimizde halk TBMM'de daha geniş bir tabanda temsil edilmeye başlanmıştı.
Artık halk iki partiye mahkum değildi.
Uç noktalar keskinleşiyor ve kendilerine siyasi çatılar kuruyorlardı.
Bu dönemde bir döneme imzalarını atacak olan Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş ve Süleyman Demirel ile tanışıyordu halkımız.
Ülkemizin yeni liderleri bu isimlerdi 1970'li yıllarda.
Sadece 4 isim mi?
Elbette hayır...
Behice Boran
Turhan Feyzioğlu

Ferruh Bozbeyli gibi isimleri de unutmamak lazım.
Halkın iradesi bölünerek daha geniş bir tabanda meclise yansıyordu.
Bölünme olsa da sistem değişmiyordu.
Halkın yine kendi temsilcilerini değil,

Kendilerine adına liderler tarafından tespit edilmiş, yani kendileri adına seçilmiş isimleri kendi temsilcileri olarak onaylamakla yükümlü tutuluyordu.
Demokrasiden anladığımız hep bu olmuştu anlayacağınız....

***
1970'li yıllarda ülkemiz koalisyon hükümetleri ile tanıştı.
Yani farklı partilerin bir araya gelerek oluşturdukları hükümetler.
Sağ - Sol partilerin cepheler kurduğu bir dönem...
Sağ partiler birbirleriyle,

Sol partiler birbirleriyle koalisyon ortaklıkları yapıyor fakat hükümetlerin ömrü çok kısa oluyordu.
Bir zamanlar CHP içinde bir arada mücadele verenler şimdi kendi partilerinin çatısı altında CHP ile anlaşamıyorlar;
Bir zamanlar DP içinde bir arada mücadele edenler, şimdi kendi partilerinin Adalep Partisi ile anlaşamıyorlardı.
Halbuki 10 yıl öncesinde hepsi aynı düşüncede idiler...
Koalisyon hükümetleri döneminde anarşi sokaklara hakim olmuş, sol terör örgütleri memeleketin bir çok yerinde kurtarılmış bölgeler oluşturmuş, bir çok mahalle ve beldede kömünizm rejimi ilan edilmiş, yokluk, kıtlık, karaborsa almış başını gitmişti.

1960 darbesi öncesinde birbirleriyle iktidar mücadelesi yapanlar anlaşılan o darbeden ders almamışlardı.
Onların yani koalisyon hükümetlerini uzlaşmaz tutumlarıyla bir öcü haline getirenlerin bu hali halkın rejiminin koruyucusu ve savunucusu olan TSK'yı bir kez daha görev başına gelmek durumunda bırakmıştı.
12 Eylül 1980 darbesini yapan Kenan Evren önceki darbeciler kadar gaddar davranıp bir imha çalışması yapmadı.
En azından siyasi aktörleri ortadan kaldırmak gibi bir vazife biçmedi kendisine.
İdamlar yapıldı.
Zindanlarda işkenceler en acımasız şekilde sürdü...
***
12 Eylül cuntacıları halkı iyi analiz ettiler.
"Bu halkı başı boş bırakırsak ya davulcuyu seçer ya da zurnacıyı" dediler ve hazırladıkları anayasada bir takım tedbirler aldılar.
Bu tedbirlerin en önemlisi de baraj sistemi idi.
Seçimlerde kullanılan oyların yüzde 10'unu alamayanlar milletin meclisinde temsil edilemeyeceklerdi.
Yani yüzde 10'un altında kalan halk yok sayılacaktı.
Aslında halkın kendisi de bu sistemi pek beğenmişti.
Beğenmeseydi 12 Eylül Anayası'na yüzde 92 kabul oyu verir miydi?

Baraj sisteminin ilk nimetlerini yiyen Turgut Özal oldu.
Turgut Özal'ın kurduğu Anavatan Partisi yine büyük bir çoğunlukla tek parti iktidarı koltuğuna oturmuştu.
Onların yürüttükleri politikanın da İnönü ve Menderes iktidarlarından farkı yoktu.
Kendilerine inananlara sınırsız özgürlük;
Kendilerine inanmayanları yok saymak...
12 Eylül rejiminin ürünü olan ANAP döneminde de manzara-i umumiye değişmedi...
Halk kendi temsilcileri yine kendisi seçemedi.
Özal'ın ya da diğer liderlerin seçtiklerini onaylamak zorunda kaldık...

***
Özal'ın 10 yıl tek başına hüküm süren ANAP'ını tarihe gömen halk yeniden koalisyonu denemek istedi.
Halk tek başına iktirdarları bir türlü sevememişti.
1970'li yıllarda yaşanan acılara rağmen ANAP'ın ardında yeniden koalisyon işareti veren halk yine dumura uğramıştı.
Siyasi liderlerin sultasının sürdüğü partiler bir türlü uzun soluklu koalisyon hükümetleri oluşturamadılar.
Halkın umut ettiği uzlaşmayı bir türlü sağlayamayan siyasetçiler halkı yeniden tek parti iktidarının kucağına itiyor ve Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi'ni tek başına iktidara taşıyorlardı.

Halkın en yumuşak karnı olan dini duygularını da kullanarak güçlü bir şekilde iktidarını sürdüren DP ve ANAP'ın ömründen daha uzun bir ömre sahip olacağa benziyor.
Halk bugüne kadar kendilerine koalisyon hükümetlerini öcü gibi gösterenleri bir daha iktidara taşımak istemiyor.
"Baskıcı rejime rağmen istikrar iyidir" düşüncesi halkın büyük bir kesiminde hakim durumdadır.

Son tek parti iktidarı olan ANAP iktidarı sonrasında son kez koalisyon denemesi yapan halkımız tekrar hüsrana uğrayınca artık yoğurdu üfleyerek yiyecek gibi görünüyor.
***

Şu an AKP'den sonra Türk siyasi yaşamının en önemli iki aktörü olan MHP ve CHP'nin bu noktada iktidara gelme şanslarının tüm yaşananlara çok az olduğunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok
Görünen köy kılavuz istemez.
Halk öncelikle istikrar istiyor.
Sonra da kendi değerlerine saygı duyulmasını istiyor.
AKP bunu yapıyor mu!?

Biz yapmadığını düşünüyoruz.
Halkı kandırdığını düşünüyoruz.
Ancak AKP'yi tek başına iktidara taşıyan halkın büyük bir çoğunluğu bizim gibi düşünmüyor.
Biz ne dersek diyelim bu gerçeği değiştiremeyeceğiz.
MHP ve CHP bu noktada çalışmalarını yoğunlaştırmalı ve halkı yeniden ikna etmeyi başarmalıdırlar.
Aksi takdirde tek parti iktidarının "ben yaparım olur" tarzındaki siyasi tavrı ülkemizi büyük bir uçurumun eşiğine getirecektir.



21 Haziran 2013 Cuma

Halil Ünal'ı eleştirmek, Mesut Hoşcan'ı övmek!

Ne hikmetse son günlerde yakın çevremden hep bu yönde eleştirel sorular alıyorum.
- Halil Ünal'ı neden eleştirmiyorsunuz?
- Mesut Hoşcan'ın kazanmasını istemiyor musunuz?
- Eskişehirspor'un kurtuluşu olacak kongre ile ilgili neden fikir beyan etmiyorsunuz?

- Halil Ünal'ın kalmasından yana mısınız yoksa ?
Değerli gönüldaşlarıma mümkün olduğunca anlatmaya çalışıyorum.
Telefonla arayan arkadaşlarımla 15-20 dakika süren konuşmalar yapmak zorunda kalıyorum...
Sosyal medya üzerinden bu tür mesajlar yazan arkadaşlarıma uzun uzun cümlelerle anlatmaya çalışıyorum...

Bugün yani, kongreye 1 gün kala bu tür sorular daha da yoğunlaştı ve böyle bir yazı yazma ihtiyacı duydum.
***
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki, ben Halil Ünal göreve geldiği günden bu yana kendisini eleştiren bir Eskişehirspor sevdalısıyım. Sadece Süper Lig'de değil öncesinde görev yaptığı dönemlerde bile kendisini eleştirmişimdir.
Bu kutlu makamda kim olursa olsun yanlışını gördüğüm vakit, eleştiririm ben!
Yüksek Eskişehirsporluluk Bilinci'ne sahip bir ESES sevdalısı olarak bunu yapmak benim asli vazifemdir.
Konuyla ilgili olarak yazdığım son yazımda bütün eleştirilerime rağmen Halil Ünal'ın da yapmış olduğu hizmetlerin varlığından bahsetmiştim.
Vay sen misin bunu yazan?

Blog yazımıza küfürlü yorumlar yazan mı dersiniz, Halil Ünal'ın yalakası diye yazanlar mı dersiniz?
Allahıma çok şükür ben kendimi bilirim!
Bugüne kadar ne kimseye yalakalık ettim ne de bir Allah'ın kulundan rant sağladım.
Ben ve Allah bildikten sonra bunu kimselere ispat etme ihtiyacı da duymadım.

Bütün mesele Halil Ünal'ı eleştirmek ise, benim bugüne kadar yazdıklarımı okumanız yeterli olacaktır.
Ben sadece kongre zamanı değil görev yaptığı bütün zamanlar dahilinde eleştirmişimdir kendisini...
***
Öyle bir hava estiriliyor ki; sanki takım yeni lige çıkmış Halil Ünal yeni göreve başlamış ve kulüp hemen çıktığı gibi küme düşmüş, Türkiye'nin en berbat kulübü olmuş...
Yok böyle bir şey efendim!
Daha iyi yönetilebilir miydi?
Kesinlikle!
Kötü mü yönetildi?

Kesinlikle!
Eskişehirspor'un manevi şahsiyetine zarar mı verildi?
Kesinlikle!
Fakat hepten tüm yapılanları silip atmak, bugün alternatif yönetim listesi ile Halil Ünal'ın karşısına çıkan Mesut Hoşcan ve Mustafa Akgören gibi isimlere de hakaret olur. Çünkü kulübümüzün bugünkü durumundan onlar da mesuldür. Yapılan tüm iyi hizmetlerde onlarında imzası vardır, yanlışlarda onların da katkısı vardır.
Yapılan hiçbir yanlış aynı yönetimde bulunan Mesut Hoşcan ve ekibini "hain" yapmadığı gibi Halil Ünal'ı da yapmaz!

Eleştirilerimizi yaparken şunu asla unutmayalım!
Eskişehirspor'un tek sahibi bizleriz; yani ESKİŞEHİRSPOR SEVDALILARI...
Yöneticiler gelir geçer, biz her daim baki kalırız!
***
Mesut Hoşcan'ı övme noktasına gelince...

Ben Mesut Hoşcan'ı neden öveyim!?
Şu ana kadar Eskişehirspor'a bir hizmet yaptıysa Halil Ünal'ın ekibinde yaptı...
Halil Ünal'ı da herkes eleştiriyor!
Mesut Hoşcan aynı ekip içinde bulunmasına rağmen Halil Ünal'a rağmen bir hizmet mi gerçekleştirdi ki öveyim!
Şu ana kadar övmem gereken bir tek yönü vardı onu da son yazımda belirtmiştim.
Gerçekten büyük bir cesaret örneği sergileyip aday oldu. Eskişehirspor'un artık kimsenin babasının çiftliği gibi yönetilemeyeceğinin ilk sinyallerini verdi. Yürüttüğü seçim kampanyası ile Eskişehirspor'u da iyi yönetebileceğinin sinyallerini de verdi. Bundan başka nasıl bir övgü düzebilirim ki ben sayın Mesut Hoşcan'a!?

"şöyle yapacak", "böyle yapacak" gibi hayali cümleler kurup geleceğe dair övgüler düzmemiz bekleniyorsa yanılıyorsunuz. Ben yıllardır şunu anladım. Vaatlerle gelen herkes bizi kandırdı!
Artık kanmak istemiyorum ben!
Ne sayın Mesut Hoşcan'dan ne de sayın Halil Ünal'dan zerre çıkar kaygım yok!
Halil Ünal'ın bugüne kadar yaptığı icraatlardan dolayı eleştirilerimi yıllardır dile getiriyorum.
Şunu da söyleyeyim yaptığı hizmetlerden dolayı da "Helal olsun Halil Ünal" şeklinde övgüler düzmedim, düzmem de...
Sonuçta o makama oturduysa o hizmetleri yapmak zorundadır zaten.
Hizmet yapmaya kendisi talip olan birisini ben neden öveyim ki!?
Ancak talip olduğu hizmetleri yapamazsa, yanlış yaparsa eleştiririm!
***
Neden taraf olmuyorum!?
Taraf olmam mümkün değil!
Öncelikle taraf olmamın bir faydası olmayacak çünkü oy kullanamıyorum!
Bunun dışında Mesut Bey yürüttüğü seçim kampanyası ile benim kendisinden taraf olmamı sağlayacak argümanlar koyamadı ortaya. Bütün seçim kampanyası sadece Halil Ünal'ın başarısız ve kötü yönetimi üzerine kuruldu. Yapılan onca güzel çalışmalara rağmen insanların "Evet tamam bu adam bu işi bitirir" dedirtecek bir proje ortaya koyamadı.
Halil Ünal'dan yana taraf olmam için de bir sebep yok.
Yıllardır kendisini eleştirdiğimi birinden yana olmak akla ziyan olur!
Ben sadece Eskişehirspor'un kazanmasından yanayım!
Eskişehirspor sevdalılarının birlik ve beraberliğinden tarafım...

Halil Ünal ve ekibine bugüne kadar yaptığı olumlu işlerden dolayı teşekkür ederim,
Mesut Hoşcan ve ekibine de medeni cesaretlerinden dolayı, camiamıza ilk kez böylesi bir ortam sağlamalarından dolayı teşekkür ederim...

Bunun dışında hiçbir şekilde her iki tarafa da övgü ya da yergimiz olamaz...
***

İlk kez yakaladığımız bu ortamı kulübümüzün lehine kullanmak zorundayız.
Seçimi kim kazanırsa kazansın sağduyumuzu kaybetmeden hareket etmeliyiz.
Unutmayalım ki;
Eskişehirspor Devrimi'nin en büyük unsuru şanlı Eskişehirspor taraftarıdır...
Mesut Hoşcan ve Halil Ünal'ın bu mücadelesi camiamız için hayırlı olsun!
Kazanan her kim olursa olsun, kaybeden taraf köşeye çekilip oturmasın...
Bu camianın muhalefete sadece kongrelerde değil, her zaman ihtiyacı vardır.
ALLAH BİRLİK VE BERABERLİĞİMİZİ BOZMASIN!


YAŞASIN ESKİŞEHİRSPOR!

20 Haziran 2013 Perşembe

Bir millet "sağduyu"suz kalırsa!

Sağduyu...
Doğru karar verebilme,
Doğru yargılama yapabilme,
Doğru düşünebilme yetisi...
Bu halde bir milletin en önemli varlığı "sağduyu"sudur demek çok da abartı olmayacak.

Sağduyu ne zaman lazımdır bir millete...
Toplumsal bir sorun varsa!
Toplumsal olaylar varsa!
Toplumsal gerilim varsa!

Tam zamanıdır sağduyunun...
Böyle hallerde en çok ihtiyaç duyulan şeydir sağduyu...
Bir aya yakın zamandır süren Gezi Parkı eylemlerini baştan aşağı incelediğimiz vakit baştan aşağı bir millet olarak sağduyumuzu yitirdiğimizi görebilmek mümkün olmaktadır.

***
Millet olgusu aile kavramının büyütülmüş halidir.
Kalabalık bir aile...
Farklı düşüncelere sahip,

Farklı yaşam tarzlarına sahip,
Farklı siyasi görüşlere sahip bir ailenin antidemokratik bir hiyararşik yapısı vardır.
Baba her zaman devlet başkanı yetkilerine sahiptir.
Son söz ona aittir.
Anne başbakandır...

Aileyi çekip çeviren, tüm bakanlık yetkilerini üzerinde toplayandır o...
Baba ile aile bireyleri arasında zaman zaman anlaşmazlıklar ortaya çıkar.
Evlatlardan bazıları babaya kazan kaldırır...
Evlatlar da kendi aralarında zaman zaman görüş ayrılıklarına düşerler...
Kavgalar, dargınlıklar, küskünlükler ortaya çıkar...
Kimileri evi terkeder...
Kimileri aynı evde yaşamaya mahkumdur ama küskündür...

Susan adam olarak eylem yapar kimileri ev içinde...
***

Doğal aile kuralları gereği aldığı güç ile baba yani devlet başkanı acımasızdır...
Evde kargaşa ortamında kap kacak kırmaya, ortalığı kırıp dökmeye yeltenenlere basar sopayı...
Bir nevi orantısız güç kullanır...
Bu orantısız güç karşısında evlatlar çaresizdir...
Tam bu ortamda başbakan girer araya...
Yani anne...
Başbakan, İçişleri bakanı, maliye bakanı;
Hasılı kelam ailenin her şeyi olan başbakan...
İki tarafı da sakinleştirmeye çalışır...
- Bey bi dur Allasen, onlar bizim evlatlarımız...
- Olmaz olsun böyle evlat, Allah kahretsin sizin gibi evlatları...
- Aman bey deme öyle, sen şöyle otur biraz ben şimdi onlarla konuşurum...
İşte bu sağduyudur...
Sağduyu işbaşındadır...
Ailenin temel direği...
Aileyi her türlü dış ve iç mihraklara karşı korumasını bilen sağduyudur evin başbakanı...
Evlatlarını alır karşısına;
- Evlatlarım tamam siz de haklısınız ama bu iş böyle kırıp dökmekle olmaz. Sonuçta o sizin babanız. Biz bir aileyiz, oturup konuşmadan birbirimizi anlayamayız. Vurmak, kırmak, sadece bizi bölmeye yarar....
***

Sonuçta tüm bu kaos ortamı "sağduyu"nun gayretleri sayesinde aşılır.
Komşunun kışkırtmaları da, aile bireyleri içindeki görüş ayrılıkları da o aileyi yıkmaya yetmez.
Çünkü o ailenin bir sağduyusu vardır.
Bu örnekten hareketle Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan bu ülkenin insanları olarak bizim sağduyumuz kimdir? sorusunu sormak lazım öncelikle kendimize...
Olaylar henüz bir kargaşa ortamına girmemişken; "Ne yaparsanız yapın Taş Kışla oraya yapılacak" diye kestirip atan yargı kararını bile tanımayan, kendi evlatlarına bir avuç çapulcu diyen Recep Tayyip Erdoğan mı?
Bize emanet edilen Cumhuriyetin en üst düzey savunucusu ve koruyucusu olarak yaşanan şu olaylar üzerinde zerre sağduyu örneği gösteremeyen, olumlu yönde zerre yaptırım uygulayamayan Cumhurbaşkanı mı?
Olaylar genişledikçe elindeki körüğü daha da şiddetli bir şekilde yangına doğru körükleyen CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ve CHP milletvekilleri mi?
Her iki taraf adına milleti sukünete çağırmak yerine şiddet ve kutuplaşmayı zirveye çıkaracak yayınlar yapan gazete ve televizyonlar mı?
Yazdıkları köşe yazıları ile milletin içine nifak tohumları atan gazeteci ve yazarlar mı?
***
Nerde bu milletin sağduyusu?
Kim aldı götürdü, sesini soluğunu kesti bizim sağduyumuzun?
Nereye sakladınız bu milletin sağduyusunu?
Olaylar bitmiş,
Millet olarak bu olayların yaralarını sarmamız gerekirken neden halen kendimizi savunma telaşındayız?
Neden halen birbirimiz hakkında uyduruk belgeler, videolar, fotoğraflar hazırlayıp servis ederek bu yarayı kaşımanın peşindeyiz?
Neden halen milletin çeşitli değerleri üzerinden siyaset yapıyor, oy avcılığı yapıyoruz?
Benim sağduyum nerede?
Biz bu kadar mı birbirinden uzaklaşmış bir aile haline geldik?
1000 yıldır bir çok badire atlatmadık mı bizler beraberce?
Aramıza sokulan onca nifak tohumlarına rağmen bin yıldır kardeşçe, büyük bir aile olarak yaşamadık mı biz bu topraklarda?
Nerde bizim Yunus Emre'miz?
Nerde bizim Mevlana'mız?

Nerde bizim Pir Sultan Abdal'ımız?
Nerde bizim Aziz Mahmud Hüdai'miz?
Nerde bizim Mehmed Akif Ersoy'umuz?
Nerde bizim sağduyumuz efendiler nerde?
***

Neden bizim her iki tarafa da "Yahu arkadaş bi durun bakalım" diyebilecek bir sağduyu kaynağımız yok?
Aslında var o sağduyu bizde!
Ama sadece seçim sandığında tezahür ediyor o sağduyu...
Önümüzde yine bir seçim var...
Kısa bir süre sonra bu sağduyu yine sandıkta ortaya çıkacaktır...
Bu milletin sadece AKP ve CHP'si yok!
Bu milletin MHP'si var!
Bu milletin BBP'si var!
Bu milletin SP'si var!
Bu milletin DYP'si var!
Bu milletin TKP'si var!
Bu milletin İP'si var!
Bu milletin iradesini ortaya koyarak sizin koltuklarınıza oturtacağı çok insanı var, bir çok siyasi partisi var!
Yeter ki o sağduyusunu sandıkta gösterebilsin!
Bugüne kadar sandığa gitmeyen o 10 milyonu aşkın sağduyu sahibi seçmen bu seçimlerde sandığa gidecek ve milletin sağduyusunu milletin değerleri üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışanlara gösterecektir!

Allah bu milletin yar ve yardımcısı olsun!


19 Haziran 2013 Çarşamba

Şampiyonluklar size kalsın, Bize ESES sevdası yeter!

Bu ne sevgi ah,
Bu ne ızdırap...

Allah rahmet eylesin,
Merhum Abdullah Yüce'den bu şarkıyı dinlemek ayrı bir zevk...
Seviyoruz böyle şarkıları...
Aşk var ise içinde,
En kötü şarkı bile anamızın ninnisi kadar güzel gelir bize...
Aşkın ve ızdırabın bir arada olduğu bütün şarkılar bizedir...
Eskişehirspor sevdalılarına yazılmıştır bütün aşk ve hüzün şarkıları...
Şampiyonluk marşları umurumuzda bile olmaz...
İçinde sadece aşk ve hüzün olsun...
***
Ülkemizde tanışma fasıllarının vazgeçilmez sorusudur.
Kısa künyenizi aldıktan sonra muhatabınız o can alıcı soruyu sorar:
-Hangi takımı tutuyorsunuz!?

Al başına bela!
Püsküllü bela,
Sevimli bela!

Hiç sevmiyormuş gibi davransam da bu soruyu,
Aslında en çok sevdiğim sorulardan biridir.
İlk cevabı çok seviyorum:
- Eskişehirspor!
Muhatabınız, birkaç saniye içinde

Şaşırır,
Gülümser,
Ve o en güzel soruyu sorar:
- Yok büyük takımlardan hangisini tutuyorsunuz?
Bu soruyu da hiç sevmiyormuş gibi davransam da çok seviyorum.
Sevdamı anlatmak için en güzel sorular başlıyor bu soruyla...
- Büyük takımlardan kastınız nedir bilmiyorum ama ben SADECE ESKİŞEHİRSPOR'luyum...

Tebessüm ve şaşkınlık ifadesi aynı anda belirir vatandaşın suratında...
- Nasıl yani, diye abuk bir ses çıkar vatandaşın ağzından

***
- Efendim neden bu kadar şaşırıyorsunuz ki?
- Yok şaşırmak değil de hani ne bileyim ben de memleketimin takımını tutarım ama asıl takımım .......'dır

- Ben memleketimin takımını tutmuyorum. Yani Eskişehirli değilim, ama Eskişehirsporluyum...
Bir dur be arkadaş hemencecik de söylenir mi bu!
Bak adamın bütün takım tutma duyguları yerle bir oldu...
Büyük takım tutmuyorsun!
Eskişehirli değilsin ve Eskişehirsporlusun!
Adama anlatırım:
- Siz nasıl ki, kendinize göre büyük olarak tabir ettiğiniz bir takımı tutuyorsanız ben de aynı düşünce fakat sizinkinden çok daha farklı ve yoğun duygularla Eskişehirspor'u seviyorum. 

Adam bu açıklamadan sonra biraz normale dönmeye başlar.
Ardından akıllı uslu sorular gelir:
- Eskişehirli değilsiniz ama Eskişehirsporlusunuz! Peki bu nasıl oluyor, nerden geliyor yani bu Eskişehirspor sevgisi?
***

İşte soruların en güzeli bu!
Bayılıyorum bu soruya.
Vatandaşın alaycı başlayan soruları önce şaşkınca oluyor sonra da böyle meraklıca ve hayranca...

Tabii anlatıyoruz:
- Ben 7 yaşımdan beri Eskişehirsporluyum. Eskişehir'de hiç bulunmadım, Orada doğmadım, orada doymadım, orada büyümedim, orada yaşamadım. Sadece haritadaki yerini bilirim, bir de memleketime giderken Şeker Fabrikası'nın önünden geçerdi otobüsümüz. Ruhumuzda aykırı olmak, isyankar olmak vardı belli ki. Kasımpaşa'da mahalle maçları yaparken, sokakta tek kale maçlar yaparken bütün arkadaşlarım sizin gibi o büyük dediğiniz üç takımdan birini tutardı. Benim onlardan bir farkım olmalıydı. Bu üç takımdan başka takımlar da olmalıydı bu ülkede. O üç takımın hegemonyasına kafa tutan bir takım vardı mutlaka. Ve bende o takımı öğrenip o takıma sevdalanmalıydım.
Ben böyle anlatırken muhatabım pür dikkat olmuştur artık. Baştaki o mütebessim alaycı yüz ifadesinin yerini büyük bir merak ve hayranlık ifadesi almıştır. Ben anlatmaya devam ederim:
- Tercüman Gazetesi'nin spor sayfasında bulmuştum aradığımı. Anadolu Yıldızı deniyormuş onlara. Bir de Kırmızı Şimşekler. Ötekileri düşündüm hepsinin simgeleri hayvan. Anadolu Yıldızı Gassarayı yenip Reis-i Cumhur Kupası'nı kazanmış gazetedeki habere göre. İşte her şey yerli yerine oturmuştu. Anadolu vardı, Yıldız ve Şimşek gibi hayvan olmayan simgeleri vardı. Renkleri de pek güzeldi. Asalet ve Aşk. Siyah ve Kırmızı. Hemen o an kalbim duracak gibi olmuştu. Meğer onun adı AŞK imiş. Minicik yüreğinizin yerinden fırlayacakmışcasına hızlanmasına AŞK diyorlarmış. İşte o an ben ilk aşkımla tanışmıştım. İlk Aşkım ESES ile...

Bu sorulan son sorudur. Bundan sonra soru gelmez. Soruların zamanı bitmiştir artık. Gözlerdeki hayranlık ifadesi bütün suratı kaplamıştır muhatabınızda. Arada bir durup onun bu ifadesine bakmak en büyük zevktir benim için. Sonra anlatmaya devam ederim:
- O gün en büyük kupayı kazandığının bilincinde değildim. Düşündüğüm tek şey diğerlerinden farklı olabilmek, onların bu hegemonyasına kafa tutan bir takımı tutabilmekti. Bu takım tutma kavramını da o günlerden itibaren hiç sevmemiştim zaten. Aşkın ne olduğunu anladığım anda artık takım tutmayı da bırakmıştım. Sadece Eskişehirspor aşığıydım artık...
***
Evet gerçek biz takım tutmayız.
Eskişehirspor'a aşık olmuşuzdur bir kere.
Herkes gibi taraftar olmak, takım tutmak değil bizimkisi...
Bizimkisi tam bir aşk hikayesi...
Şampiyonluklar hiç umurumda olmadı.
Aklımın ucundan bile geçmedi.
Benim için en büyük şampiyonluk Eskişehirspor'a sevdalanmaktı...
Bundan daha büyük bir şampiyonluk nasıl olabilir, hayal bile edemiyorum...
Yüreğimde Eskişehirsporlu olmakla, Eskişehirspor'a aşık olmakla yaşadığım o duygu yoğunluğunu hangi şampiyonluk geçebilir bir türlü düşünemiyorum bile.

***
Hani bir arkadaşınızın evladı sürekli takdirname ile sınıf geçer de,
Sizin evladınız sürekli ikmale kalır...
Ama arkadaşınızın evladını değil de hep kendi evladınızı canınızdan çok seversiniz ya!
İşte öyle bir şey....
Biz başarılar için sevmeyiz Eskişehirspor'u...
Eskişehirspor olduğu için severiz.
Siyah'ın yanında Kırmızı olduğu için severiz...
Üç İstanbul takımının dükalığına başkaldırdığı için severiz...
Futbolda devrimler gerçekleştirdiği için severiz...
Futbola farklı anlamlar kattığı için severiz...
Yeri neresi olursa olsun,
Çamura düşmüş altın kadar değerlidir bizim için...
Biz Eskişehirspor sevdalılarıyız!
Şampiyonluklar size olsun;
Kara&Kızıl sevdamız yeter bize!

18 Haziran 2013 Salı

Eylemi bırak, kazanmaya bak!

Artık "Kahpe Bizans Oyunları" sönük kalmaya başladı.
AKP iktidarı halkımız üzerinde öylesine oyunlar oynuyor ki;
Halk dumura uğramış vaziyette...
AKP'ye destek olmaya çalışanlar bile ne olacaklarını şaşırdılar...
Bir teyze başbakanın makatının kılı olmakla övünebilir durumda...
Büyük bir çoğunluğu Allah'a iman etmiş gibi iman etme noktasında...

AKP'li olduklarını,
Başbakanı ne kadar çok sevdiklerini anlatmak için konuşamaz hale gelenleri gördük...
Oyun öylesine büyük ki;
Sonuçlarını AKP yandaşları bile kaldıramadı...
***

Hepimizin malumudur ki;
AKP iktidara geldiği 2002 yılından bu yana yürüttüğü "süreç" politikası ile, ülkemizin bölünmez bütünlüğüne en büyük darbeyi vurmuştur.
Son olarak başlatılan ve ana sloganı "Analar Ağlamasın" olan "Barış Süreci" sonucunda AKP büyük bir oy kaybına uğramıştı.
Yaşanan bu oy kaybı AKP yöneticilerini ve başbakanı muazzam derecede telaşlandırmış ve agresif bir yapıya büründürmüştü...
Halkı bu bölünme sürecine ikna edebilmek için oluşturulan akil adamlar heyetleri gittikleri her yerde protestolarla karşılaşıyor ve toplantı dahi yapamadan kaçtıkları oluyordu.
Büyük bir infial vardı.

Yandaş medya kaynakları her ne kadar bu infialin boyutlarını halkımıza tam olarak vermeseler de güneş balçıkla sıvanamıyordu...
Yapılan tüm kamuoyu yoklamalarında AKP'nin büyük bir düşüşte olduğu net olarak ortaya çıkıyordu...
Padişahın tahtı sallanmaya başlıyor,
Haramilerin saltanatının sonu geliyordu adeta..

***
AKP'nin bu düşüşü yerel seçimler öncesinde ortaya atılacak başörtüsü mağdurları sayesinde gidereceğini öngörüyordum.
Malum AKP'nin en büyük oy avlama aracı başörtüsü...
İktidara geldikleri günden bu yana halktan aldıkları güç ile, kendilerini BÜYÜK GÜÇ ilan edenler, bu güç sayesinde her şeyi yapmaya muktedir olanlar ne hikmetse ülkemiz tarihinin en büyük zulmü olan başörtüsü zulmünü bitirmeye muktedir olamamışlardı.
Üstelik MHP 21 Ekim 2010 tarihinde AKP'ye bu yönde bir çağrı yapmıştı.
Oktay Vural aracılığıyla yapılan bu çağrıda MHP, AKP'ye şöyle seslenmişti:
"Gelin bu zulmü bitirelim. Komisyona bile gerek yok. AKP ve MHP'nin 411 milletvekilinin oylarıyla başörtüsü yasağını tamamen ortadan kaldıralım."
Gezi Parkı'na AVM ya da başka amaçlı bir bina yapımı aşamasında verilen mahkeme kararına rağmen "Ben yargı margı tanımam, biz hükümet olarak kararımızı verdik oraya o Taşkışla yapılacak" restini çekerek bütün Türkiye'yi bir kaosun içine itenler MHP'nin bu teklifi karşısında süt dökmüş bülbüle dönmüşler ve olumsuz yanıt vermişlerdi.
***
Türban'ın serbest bırakılması onların işine gelmezdi.

Çünkü onlar bu türban sorunu sayesinde daha çok seçim kazanacaklardı.
Nitekim öyle de oldu.
Her seçim öncesi yapılan mitinglerde konuşmalarda ana gündem maddesi "Benim türbanlı bacılarımın, kızlarımın" sözleriyle başlayan cümleler oldu.
Nitekim Gezi Parkı eylemlerine geldiğimizde yine aynı teraneler okunmaya başlandı.

Başbakan bu olayların buralara kadar geleceğini düşünememişti ilk başlarda.
Osmanlı Padişahı Sultan Abdülhamid'e karşı başlatılan isyanın sembolü olan Taş Kışla'nın yeniden yapımı konusundaki inadi tutumu ne yazık ki Türban sorununda gösteremeyen AKP ve başbakan ortaya koydukları baskıcı tutumla eylemlerin bütün ülkeye yayılmasına ve tam bir kaos ortamının hüküm sürmesine sebep olmuşlardır.
Olayların bu denli büyümesi karşısında çaresiz kalan başbakan sokak kabadayısı gibi davranmaya başlamış ve bu tavrı ile eyleme destek verenlerin sayısının sürekli olarak artmasına yol açmıştır.
***

Başbakan'ın Kuzey Afrika ülkelerine yaptığı gezi sırasında AKP'nin cemaatçi kanadının lideri durumunda bulunan Bülent Arınç ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir nebze de olsa ortamı yumuşatmayı başarmışlar, başbakanın cevval tarvnın ortaya koyduğu kaos ortamını bir anlık olsa durdurmayı başarmışlardı.
İşte bu noktada yeni senaryo yazılmış ve uygulanmaya başlanmıştı.
Taşeron örgütler eylemcilerin arasına salınmış, terör örgütünün Taksim Meydanı'ndaki en hakim noktaya konuşlandırılması sağlanmıştı.
Başbakanın ülkeye dönüşüyle birlikte başlatılan karşı eylemler sürecinin ilki olan Atatürk Hava Alanı önündeki mitinge katılanların "Ya Allah Bismillah Allahü Ekber" şeklinde Ülkücü camianın sloganını atmaları bize hedefi göstermişti.
Hedef milliyetçi muhafazakar kesimin zulme karşı direnen eylemcilerin yanında değil, AKP'nin safında olduğu imajını halkın beynine enjekte etmekti.
Bunun için de illegal örgütlerin, sol legal örgüt ve siyasi partilerin, en önemlisi de bebek katili ve kanlı terör örgütünün poster ve paçavralarını Taksim Meydanı'nda en hakim noktaya dikmelerine göz yumuldu.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir manzara görmeniz mümkün değildi.
30 yılı aşkın zamandır yaptıkları katliamlarla dünyanın en kanlı terör örgütlerinden biri haline gelen Pkk eylemcilerin bulunduğu Taksim Meydanı'nda legal bir sivil toplum kuruluşuymaşcasına boy göstermesine devletin hiçbir güvenlik görevlisi müdahale etmiyordu.

***
Yasa tanımaz başbakanın halkı tehdit eden tavrı ile sokaklara dökülen halka akla hayale gelmeyen şiddette saldırılar düzenleyen hükümet başbakanın ülkeye dönmesiyle birlikte yeni oyunu sahneye koymuştu.
Polis geri çekilmiş,
Saldırılar durdurulmuş ve Taksim Meydanı'nda AKP'nin halka "Siz bunları mı destekleyeceksiniz!?" diye soracağı manzara bütün ihtişamıyla ortaya çıkmıştı.
Ve topyekun bir psikolojik harekatı başlattılar.
Terör örgütü ve bebek katilinin meydanda dalgalanan poster ve paçavraları,
Sol gurup ve partilerin pankart ve flamaları

yandaş medya tarafından çarşaf çarşaf yayınlanıyor ve halka "Siz bunları mı destekleyeceksiniz!?" sorusu soruluyordu.
Bu soru sayesinde sivil halkın eylemcilere olan desteğinin artmaması sağlanmıştı.
Eylemin ilk günlerinde sivil vatandaşlara 5 metreden biber gazı sıkan,
Sıktığı tazyikli su ile sivil vatandaşı havada takla attıran güç,
Eli kanlı terör örgütünün meydanda boş göstermesi karşısında kılını bile kıpırdatmıyordu...
Yaklaşyık 1 hafta bu manzara orada kaldı.
Bir Cumartesi günü sabahı müdahale yapıldı.
Meydana konuşlanan bütün sol gurup ve siyasi partiler (dikkat ediniz illegal örgüt değil bunlar legal kuruluşlar hepsi) meydanda hallaç pamuğu gibi atıldılar.
Bütün pankartlar, flamalar bir kaç saniye içinde yok edildi.
AKM üzerine asılanlar ortadan kaldırılıp yerine Türk Bayrağı ve Atatürk posteri asıldı.
Sadece ve sadece bir tek yere dokunmadılar...
Orası neresiydi hepimiz biliyoruz.
O meydanda dokunulmayan sadece Pkk terör örgütünü bez parçaları ve bebek katili Apo'nun posterleriydi...

Eylemlerin son anına kadar her ne hikmetse o poster ve paçavralara hiç dokunan olmadı.
Belki de meydandaki tek illegal terör örgütü onlardı.
Sizce düşündürücü değil mi ey AKP yandaşları!
***
Bu aşamayla milliyetçi - muhafazakar kesimin bu zulme karşı yapılan eyleme katılım oranı büyük ölçüde azaltılmıştı.
Yani yine onlar kazanmıştı.
Kahpe Bizans Oyunları'nı bile çırak çıkarmışlar ve oynanan oyunlarla yine kazanan taraf olmayı başarmışlardı.
Zalimler insanlık tarihi boyunca hep böyle kazanmamışlar mıydı!?

İkinci aşamada ise, kendilerinden umudu kesen ve sözde barış süreci ile kaybettikleri oyları geri kazanmaya gelmişti.
Tabii ki bunun içinde en büyük silah her zaman olduğu gibi halkın dini değerlerini sömürmek olacaktı.
Hemen yalan Yalan Haber Üretim Merkezi  işbaşına geçti.
- İzmir'de camiden çıkan cemaate apartmandakiler küfür ediyor, camiye, namaza, seccadeye küfür ediliyor.
Bu haberle dindar kesim büyük bir infiale kapıldı. Sosyal medya üzerinden AKP'ye destek vermeyen insanlar dahi eylemcilere sallamaya başlamıştı bile. Halk bu haberle eylemcilerin dinsiz imansız olduğuna ve AKP'yi devirmeye çalıştıklarına inandırılmak istendi ve bir ölçüde başarıldı. 2 gün sonra görüntülerin deforme edilmemiş hali ortaya çıktı. Apartmanda görüntüleri çekenler o küfürleri etmiyor, polislerin arkasında yürüyenler de camiden çıkan cemaat değil, ellerinde çivili sopalar bulunan sivillerdi. Ama olan olmuştu, dindar kesimin dini duyguları bir kez daha yalan bir haberle sömürülmüştü.
Ardından Valide Sultan Camii vakıası ortaya atıldı.
Eylemciler polis saldırısından kaçmak için ikinci kez camiye sığınmış ve yaralıları burada tedavi etmişlerdi.
Eylemciler camiyi boşalttıktan sonra çekilen bir fotoğraf karesinde yerde bir bira kutusu vardı ve bu fotoğraf "Eylemciler camide içki içtiler, hatta seks yaptılar" gibi şeytanın bile cesaret edemeyeceği bir yalanla sosyal medyada günlerce konuşuldu. Başbakan bizzat kendisi bu yalanı defalarca dile getirdi.
Sonra görüntüler ortaya çıktı.
Eylemcilerin çektiği görüntüler...
Her yerde yaralılar yatıyor, gönüllü doktorlar onları tedavi etme telaşı içinde...

Bir hastanın başında 5-6 kişi...
Nerden baksanız 10-15 yaralı var...
Ayakta olanlar ise, ellerinde ilaç ve sağlık malzemeleri doktorların isteklerini yerine getirmeye çalışıyorlar...
Tam bir panik havası hakim görüntülerde...
İnsanlar can derdine düşmüşler...
Ve "burada içki falan içilmedi, güvenlik kameralarına bakabilirsiniz" diyen cami görevlilerine zorunlu izne çıkartıldı.
Caminin güvenlik kameralarındaki görüntüler ortaya çıkmadı.
Bunun da ne kadar büyük bir yalan olduğu, üstelik de başbakan tarafından dile getirilen büyük bir yalan olduğu ortaya çıkmıştı...
***
Yalanlar bitmiyordu...
Türbanlılar üzerine kurulmuş yalanlar sürekli öne çıkıyordu...
Dini duyguların rencide edildiği yönündeki haberler hep ön plandaydı...
İddia sahibi iddiasını ispatlamak durumundadır ilkesine rağmen hiçbir yalan ispat edilemedi...
Kabataş'ta bir türbanlı kadına linç girişimi yapıldığı, üzerine işendiği yönündeki haberde başbakanın bizzat "görüntüleri var 2-3 gün içinde yayınlanacak" demesine rağmen aradan günler geçti halen yayınlanmadı.
Halk türban ve dini duygular üzerinden bir kez daha kandırılmış ve sömürülmüştü...
AKP ve yandaşlarının bu oyunları gayet güzel oynadıklarını hepimiz çok net gördük...
Artık strateji değiştirme vakti gelmiştir...
Eylemler uzadıkça eylemin yönü ve hedefi birileri tarafından saptırılıyor...
Kısa zaman dilimi içinde oynanan oyunları bozamıyoruz...
Bizans Oyunlarına yenik düşüyoruz...
O halde oyunların bozulacağı tek yer olan sandığa odaklanma zamanı gelmiştir.
Önümüzde uzun bir zaman dilimi var.
Bu zaman dilimini bu oyunlara zemin hazırlayacak eylemlerle geçirmek yerine asıl oyunun bozulacağı, bozulması gereken yere yani sandığa odaklanmalıyız artık.
***
Bugüne kadar "Hiçbir partiyi beğenmiyorum" diyerek a-politize olan genç kesim bu zulüm karşısında gerektiğinde nasıl politize olabileceğini gösterdi.
Şimdi bunu sandıkta da göstermeli ki, bu oyunlara yenik düşmeyelim bir daha...
AKP ve AKP seçmenine ahlaksızca saldırmak, onlarla dalga geçmek, onların değerlerine saygısızlık etmek onların duruşunu güçlendirmekten ve mağdur edebiyatı yapmalarından başka hiç bir işe yaramıyor.

Bugüne kadar yapılan eylemler ilk gün ortaya konulan hedefini bulmuştur.
AKP'li belediye günlerdir Gezi Parkı'na ağaç ve çiçek dikmekle uğraşıyor.
Bu eylemin bir zaferidir.
Olaylar başlamadan önce başbakanın yapması gereken açıklama ne yazık ki; 5 kişi öldükten, 14 kişinin gözü çıktıktan ve binlerce kişi yaralandıktan sonra yapılmıştır. Başbakan olayların sonunda yargı kararına uyacağız demiş ve bu oyunun neden sergilendiğini aslında net bir şekilde ortaya koymuştur.
Kendilerince bu eylem sürecinde oynan oyun taban yeniden sağlamlaştırılmış ve kaybetmeleri muhtemel oylar yerinde tutulmuştur.

Aklı selim insanlarımız gerçekleri görmekte ve özellikle sözde barış sürecinden dolayı AKP'nin oy kaybı sürmektedir.
Bundan sonrası demokratik seçimlere odaklanmakla yürütülmelidir bu direnişin...
Açıkçası şunu söylemek isterim ki, bundan böyle bu eylemlere destek olmak AKP'nin ekmeğine yağ sürmek olacaktır...
Bu kaos ortamını sürdürmek sandıktan korkmak anlamına gelecektir...
Bu eylemlerin neticesinde kazanmak isteniliyorsa, son gülen taraf olmak isteniliyorsa, herkes sandığa gitmeli;
"Vay efendim ben bu lideri sevmiyorum"
"Vay efendim ben bu partileri sevmiyorum" gibi bahanelerin ardına sığınarak demokratik mücadeleden kaçanlar artık akıllarını başlarına almalıdırlar...




13 Haziran 2013 Perşembe

Hukuk varsa Gezi Parkı da var!

Çok basit bir yargı meselesi memleket meselesi haline getirildi.
Tabii ki bunda da en büyük pay sahibi yargı kararlarını ve işleyen hukuki süreci yok sayın başbakana ait...
Binlerce kişinin yaralandığı,

4 memleket evladının hayatını kaybettiği olayların yaşandığı anlarda bile sürekli hukuktan bahseden bir başbakanımız var ne yazık ki...
Kendi hukuk tanımazlığını bir kenara bırakıp eylemcilere hukuk çağrısı yapıyor,
Çevik Kuvvetin biber gazı kullanımındaki aşırı dozu "hukuki bir hak" olarak görüyor...

Son olarak bir kaç manevra yapıldı...
Sözde temsilcilerle görüşüldü...
Sanatçılarla görüşüldü...
Sanatçılarla yapılan görüşmelerden bence en kazançlı çıkan Cem Yılmaz olacak...
P. Alemdar, Cem Yılmaz'ı 1 sene besleyecek malzeme bıraktı meydana...

***
AKP ve başbakan süreci öylesine mükemmel yönettiler ki,
Eylemcilerin bile gündemini onlar belirlediler...
AKP ve yandaşları olayın kırılma noktasını sürekli örtmeye çalıştı ve eylemci kesim de bu tuzağa düştü...
Eylemlerin merkezinin bir hukuk tanımazlık, bir yargı tanımazlık olduğu gerçeği ne yazık ki, yaşanan olaylar kadar konuşulamadı, anlatılamadı...
Sonuç itibarıyla yine olay AKP'nin istediği çizgiye geldi...
Şimdi bütün ülke Gezi Parkı referandumunu konuşuyor...
AKP kendisi ortaya bir konu atıyor ve herkes o konuyu konuşmaya başlıyor...
Yine aynı stratejiyi uyguladı ve referandum meselesini attı ortaya...
Şimdi konuş bakalım Türkiye'm bu referandum nasıl olacak?

***
Aslına bakarsanız hukuken referandum yapılması mümkün değil.

Ama tabii ki bu ülkede gerçekten hukuk varsa...
Hukuk herkes içinse...
Yargı kararları hükümet kararlarından öncelikli ise;
Ki öyle olması gerekiyor...
O zaman referandum da yapılamaz,
AVM de yapılamaz,
Topçu Kışlası da yapılamaz...
Yapılacak bir tek şey kalır hükümete o da Gezi Parkı'nı yeniden düzenleyip İstanbul halkının hizmetine sunmak...
***
Şu an Gezi Parkı ve Topçu Kışlası'nın yapımı  ile iki ayrı dava var mahkemelerde...
İstanbul 6. İdare Mahkemesi'nde görülen davada mahkeme heyeti yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Ne demek yürütmeyi durdurma kararı?
Bu karar şu anlama geliyor:
"Mahkeme süreci devam etmektedir. Bu süreç devam ederken hükümet Gezi Parkı'nı yıkıp yerine çivi bile çakamaz"
İstanbul 6. İdare Mahkemesi bu kararla birlikte Turizm Bakanlığı'ndan da da savunma istedi.
Olay mahkemeye intikal etmeden önce Topçu Kışlası'nın mimarı Halil Onur İBB adına yaptığı projeyi İstanbul 2 Nolu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’na sunmuş, kurul projenin rölöve ve restutitesi için yeterli bilgi, belgenin olmadığı gerekçesiyle reddetmişti. Kültür Varlıkları Koruma Yüksek Kurulu ise kurulun bu kararını reddederek, projenin uygun olduğuna karar vermişti. Bu aşamadan sonra Taksim Gezi Parkı Dayanışma Derneği İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nde dava açmıştı.

***
İstanbul 6. İdare Mahkemesi'ndeki davanın yanısıra bir davada İstanbul 1. İdare Mahkemesi'nde sürüyor...Bu davada Taksim Yayalaştırma Projesi ve ona dahil edilen Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılmasının önünü açan 1 / 5000 ile 1 / 1000 ölçekli Nâzım İmar Plan değişikliklerinin iptali konusunun karara bağlanması bekleniyor.
Bilirkişi 13 Mayıs’ta raporunu mahkemeye teslim etti.
Bilirkişi 7 maddede özetlediği kararın sonuç bölümünde şu görüşlere yer verdi:
‘‘Dava konusu Koruma Amaçlı İmar Planı değişikliklerinin çevre, kültürel ve doğal miras, kültürel ve ekonomik yapı, teknik altyapı, sosyal donatı, yapı ve sokak dokusu, mülkiyet yapısı, ulaşım, dolaşım sistemi, şehircilik, planlama ve koruma ilkelerine uygun olmadığı, söz konusu planın sadece Taksim Alanı yayalaştırma projesi gibi görünmekle birlikte plan notlarında Taksim Gezi Parkı’nı da içerdiği ve plan onama sınırı içindeki bir alanın planlamasının sonradan düzenlemek üzere ayrılarak belirsiz bırakıldığı’’
İstanbul 1. İdare Mahkemesi 4 haftadır bilirkişi raporunu değerlendiriyor.
Mahkemenin büyük bir ihtimalle bilirkişi raporuna uyacak ve esastan plan notlarını iptal edecek.
***
İki mahkemede birden hukuki sürecin işlediği ve bir mahkemenin de yürütmeyi durdurma kararı verdiği bir proje hükümet tarafından hukuk tanımaz bir tavırla uygulanmak istenmekte.
Büyük bir halk kitlesi de buna izin vermeyeceğini belirtiyor ve eylem yapıyor.
Eylemin başlangıcı son derece basit ve barışçıl...

Eylemciler seslerini duyurabildikleri takdirde hükümetin yargı kararına uyarak çalışmaları durduracağından emin...
Çünkü burası bir hukuk devleti...
Muz cumhuriyeti değil!
Fakat öyle olmadı.
Başbakan bizzat kendisi yargı kararını tanımayacağını hükümetin karar aldığını ve Topçu Kışlası'nın oraya yapılacağını sert bir dille ilan etti...

Sonrası hepimizin malumu...
***
Referandum konusunu hükümet yine zaman kazanmak maksadıyla ortaya attı...
Biber gazı, tazyikli su ve orantısız güç kullanma suçlarını ört bas etmek, dünya kamuoyu nezdinde yerlerde sürünen itibarın nasıl düzeltileceğini düşünmek için zaman kazanmaları gerekiyordu...
Ve referandumu ortaya attılar...
Şimdi bir süre referandum konuşulacak...
Olayın hukuki boyutu iyice karanlığa gömülecek...
Başörtüsü ve dini değerlerle bezenmiş yalanlarla hükümet kendi tabanını canlı tutacak, Üstüne üstlük muhafazakar ve milliyetçi kesimden de destek görecek...
Halk gerçekleri göremeyecek...
Çünkü halkın yüzde 50'lik bir kısmı Başbakan'ın sözlerini Peygamber sözü gibi görüyor ve doğruluğundan zerre şüphe etmiyor...
Siz ağzınızla kuş da tutsanız inandıramayacaksınız...
Benim tek umudum hukuk...
Eğer bu ülke bir hukuk devleti ise, Gezi Parkı dana da güzelleşmiş bir şekilde yerinde kalacak...
Aksi her durumda, Sultan Abdülhamid'e karşı dış mihrakların desteğiyle başlayan isyanın karargahı olan ve Mustafa Kemal komutasındaki birliklerce isyancıların başına yıkılan Topçu Kışlası 100 yıl sonra yeniden o isyanın bir sembolü olarak orada yerini alacak...



12 Haziran 2013 Çarşamba

Gezi Direnişi'nin Yürekli Çocukları...

Yeni bir nesil var Gezi Direnişi'nin arkasında...
Bu yeni nesil başbakanın yetiştirdiği dindar nesil değil...
Bu nesil, insanları dindar - dindar olmayan,
Atatürkçü - Atatürkçü olmayan,
Sağcı - Solcu,
Partili - Partisiz,
Zengin - fakir,
Çapulcu - elit ayrımı yapmaksızın,
Sadece insan olarak görebilen gözlere sahip olan bir nesil...
Bu nesil akıl ve mantığı rehber edine bir nesil...
Bu nesil namaz kılan dindarlara kendini kalkan eden ayyaşların oluşturduğu bir nesil...
Bu nesil Atatürk ilke ve inkılaplarına sahip çıkan bir nesil...
Bu nesil bayrağını, ülkesini ve halkının değerlerini seven bir nesil...
Bu nesil bir başka nesil...
***
Yaşları 18 ile 22 arasında değişen çömez bir nesil...
Çömez dediğimize bakmayın hepsi zeka küpü...
63 akil insanı bir tanesi cebinden çıkartır,
O derece yani!
Zeka tek başına bir işe yaramıyor...
O zekayı kullanmak için yürek de lazım...
Yürekleri mangal gibi bu gençlerin...
Yüreklerindeki cesaret zekalarıyla öylesine yönlendirdiler ki, hem iç mihrakların hem de dış mihrakların tüm oyunlarını bozdular...
Alkışlamamak mümkün değil...
Hayran kalmamak mümkün değil....
Kendi gençliğimizi düşünerek kıskançlık duygularına kapılmamak mümkün değil...
***
Gezi Parkı'nın yıkılıp yerine bir AVM ve Rezidans yapılmasına karşı başlatılan bu eylemler artık bu yeni neslin ortaya çıkmasının bir vesilesi haline gelmiştir...
Hükümetin ve başbakanının inadi ve kanun tanımaz tutumu karşısında onlar zekalarını kullandılar...
Çevik Kuvvet'in biber gazı, ses bombası ve tazyikli su gibi silahlarının karşısına birçok eylemci gibi kaldırım taşlarıyla, molotoflarla çıkmadı onlar...
Biber gazına, ses bombasına, tazyikli su sıkan TOMA'lara karşı mizah yaptılar...
Ülkenin içine düştüğü bu kaos ortamında bile halkımızı tebessüm ettirdiler...
Yüreklerindeki öfkeyi, kızgınlığı, tüm üzülmüşlükleri zeka dolu mizahlarıyla yok ettiler...
Aralarına giren art niyetli provakatörlerin farkındaydılar...
O provakatörlerin amaçlarına ulaşmamaları için kızgınlıklarını yüreklerine gömdüler...
Terör örgütü paçavralarıyla,
Bebek katilinin posterleriyle,
Aralarına giren ve sürekli orada bulunan gençleri tahrik etmek için bir oyun sergileyenlere karşı öylesine bir mücadele verdiler ki, bu oyunu sahneye koyan yerli yabancı mihrakları sükutu hayale uğrattılar...
***
Onlar kolay olanı seçmediler...
Birçok vatansever "Orada bölücüler var, orada bebek katilleri var, ben onlarla aynı safta yer almam" diyerek haklı buldukları bu eyleme destek vermekten kaçıp kolaycılığın kucağına düşerken onlar büyük bir cesaret örneği sergileyip, haklı oldukları davanın arkasında durdular...
Yapılan tahriklere karşı herkes yanındakinin kolunu tuttu; "Dur arkadaş sakin ol!" telkinleriyle oyuna gelmekten kurtardılar birbirlerini...
10 dakika önce bir arkadaşının kolunu tutup, "dur arkadaş sakin ol" diyen bir gencin kolundan 10 dakika sonra bir başka genç tutuyor ve aynı cümleyi ona söylüyordu...
Bu gençlerden her biri bir diğerinin öfkesinin önüne kalkan oldu...
Bu gençlerden her biri oynanan oyunu öfke patlaması anlarında bir diğerine anımsattı...
Hükümetin ve dış mihrakların bu oyunu o yürekli gençler sayesinde bozuldu...
Sonunda Çevik Kuvvet orada bölücü unsurlar var diyerek meydana müdahalede bulundu...
Ama ne hikmetse o bölücü unsurların flama ve paçavraları tüm pankartların indirilmesine rağmen orada kaldı...
***
Bu gençler haklı olduklarına inandıkları bir davada, zekalarını ve yüreklerini birleştirerek sonuna kadar direndiler...
Bazıları da kolay olanı seçti...
Orada bölücü var dediler gelmediler...
Orada içki içiliyor dediler gelmediler...
Orada ateistler var dediler gelmediler...
Orada solcular var dediler gelmediler...
Evlerinde oturup klavye başında edebiyat parçalamak daha kolaydı...
Zeka ve yürek işbirliğiyle her türlü oyunun üstesinden gelmekte Gezi Direnişi'nin içinde olmayı seçen gençlerin seçtiği yoldu.
Onlar zor olanı seçtiler ve başardılar...
Bu başarıyı orayı işgal eden marjinal guruplar sahiplenmeye çalışsa da,
Bazı siyasi partiler buradan siyasi rant elde etmeye kalkışsalar da,
O gençleri bilenler biliyor...
Görenler gördü...
Ve eminim olun gençler, sizi görenler, sizi farkedebilenler, sizi hiç unutmayacaklar ve yaşamları boyunca sizinle gurur duyacaklar....

11 Haziran 2013 Salı

Gezi Parkı Direnişi ve Güç Zehirlenmesi...

Gezi Parkı Direnişi bize bir gerçeği daha öğretti...
Güç zehirlenmesi bizim milletimizde genetik bir hastalık...
AKP iktidarından önce de gördük...
CHP'nin Atatürk sonrasındaki tek parti iktidarı döneminde yapılan uygulamalar...
Astığım astık, dediğim dedik...
Halk bu iktidarı büyük bir teveccüh ile destekliyordu...
Halktan aldıkları destek ile kendilerini BÜYÜK GÜÇ ilan eden CHP'liler, ortalığı kasıp kavurdular...
Zamanla kendi halkına zulmeden,

Kendi halkının değerlerine küfreden bir iktidar haline geldiler...
Halk bunlara dur demesini bildi...
"Yeter Söz Milletin!" sloganı ile seçim meydanlarına çıkan Demokrat Parti (DP) büyük bir zafer kazandı...
***
Sıra Demokrat Parti'ye gelmişti...
Şimdi güç onların elindeydi...
CHP'ye gösterilen büyük destek ve teveccüh bu kez DP'ye gösteriliyordu...
Halkın hoşuna gidecek işlerle başlayan DP iktidarı da zamanla kendilerinden olmayanlara zulmetmeye başladı...
İntikam duygularıyla devlet yönetiliyor ve astığım astık dediğim dedik zihniyeti DP iktidarında da hortluyordu...
İdamlar, basına sansürler, ABD'den alınan yardımlar...
Halkın büyük bir kısmı artık bunları kendilerine yapılan bir zulüm olarak görüyorlardı...
DP - CHP ikilisinin yürüttüğü siyaset halkı laik - dindar diye ikiye bölmüştü...
Tabii her zaman kazanan kendisini halktan aldığı destekle BÜYÜK GÜÇ olarak ilan eden DP oldu...
Sadece onların dediği doğruydu,
Sadece onlar haklıydı,
Sadece onlar dindardı...
DP iktidarından önce BÜYÜK GÜÇ olan CHP;
Halkın dini değerlerini yok saymış,
Dini bile kendilerinin istediği şekilde yaşamalarını istemişti halktan...
Bunun sonucunda da DP iktidara gelmişti...
Bu kez de aynı jargonu DP kullanıyor ve dini değerlere saygı duyarken laik kesimin değerlerini ayaklar altına alıyordu...
***
DP demokrasi ile gelmişti ancak demokrasi ile gitmedi...
Ordu yönetime el koymuş ve Cumhuriyet tarihinin kara bir lekesi olarak tarihteki yerini almıştı bu darbe...
İdamların ardı arkası kesilmiyordu...
Gücünü topyekun Türk Milleti'nden alan Türk Ordusu yine kendi halkına zulmediyor,
Astığım astık, dediğim dedik anlayışıyla iktidarını sürdürüyordu...
Onlar laik kesime de dindar kesime de taviz vermiyordu...
Biz ne dersek o olur düşüncesiyle ülkeyi uzun süre yöneten cunta yönetiminin bilançosu oldukça kanlı idi...
CHP ve DP'nin yaşadığı güç zehirlenmesinden Cuntacılar da nasibini almışlardı...
Kendileriyle birlikte bu darbeyi gerçekleştirenleri dahi düşman belleyip sürgünlere yolladılar...
Bir çok subay ve astsubayı hapse atıp işkenceler  yaptılar...
Sağcı ya da solcu herkesi hapse atıp tırnaklarını söktüler...
Askeri cunta güç zehirlenmesini zirvede yaşıyordu...
***
Askeri cunta yönetiminden sonra iktidara gelen partiler yıllarca BÜYÜK GÜÇ olamadılar...
70'li yılların tek büyük gücü vardı : ANARŞİ...
Anarşi memleketin her sokağında kol geziyordu...
Sağ - sol çatışmaları binlerce gencimizin hayatına maloldu...
Araya mezhep çatışmalarını sokuşturmak istediler başaramadılar...
Sağ- sol çatışması daha etkili oluyordu ve 1980 yılına kadar bu devam etti...
Gücünü dış mihraklardan alan Anarşi o yıllarda kendisini BÜYÜK GÜÇ ilan etmiş ve ülke tarihinin en kanlı iç savaş günlerini bizlere yaşatmıştı...
***
12 Eylül 1980 gecesi ne olduysa oldu...
Birden bire BÜYÜK GÜÇ ünvanı el değiştirdi...
Anarşi oyundan alınmış Ordu oyuna sokulmuştu...
Yıllardır süren Anarşi'den canı yanan halkımız, adeta denize düşen yılana sarılır misali 12 Eylül Cuntacılarına büyük destek vermişti...
%90'ın üzerinde bir destek alan 12 Eylül Cunta yönetimi de bu genetik hastalığımızdan, yani güç zehirlenmesi hastalığından nasibini alıyordu...
Devlet için,
Vatan için,
Bayrak için,
Ordu için savaştıklarına inananlar ile, vatan haini oldukları söylenenler aynı tabutluklarda tutuluyorlar,
İşkencelerde insanlar can veriyor,
Analar ağlıyor, yürekler yanıyordu...
***
12 Eylül Cunta yönetimi 1983 yılında yeniden demokratik - parlamenter sisteme geçilmesini sağladı...
Bu kez iktidar yine DP çizgisinden gelenlere verildi...
Anavatan Partisi (ANAP) Turgut Özal liderliğinde halkın büyük desteğini almış ve yeni getirilen seçim sistemi sayesinde tek başına iktidar olmuştu...
Halkımız parlamenter rejimin yeniden hayata geçirilmesinden dolayı mutluydu...
Sokaklarda terör bitmiş, artık rahatça sokağa çıkabiliyordu halkımız...
ANAP döneminde de iktidarın ilk yılları çok parlak geçti...
Dört siyasi eğilimi çatısında toplayan ANAP halktan aldığı destek ile kendisini BÜYÜK GÜÇ ilan ediyordu...
İşte o büyük güç yine öncekilerin hatasına düşüyor ve kendisi gibi düşünmeyenleri yok sayıyordu...
"Halk bana bu gücü vermiş benim karşımda kimse duramaz" zihniyeti yine hortlamıştı...
ANAP döneminde zenginler daha zengin olmuş fakirler ise daha fakir olmuştu...
"Benim memurum işini bilir" diyerek tarihe geçen merhum Turgut Özal bir süre sonra gücünü kaybetmeye başladı...
ANAP iktidarı da güç zehirlenmesi hastalığına yakalanmış ve kısa bir süre sonra bu hastalığın pençesinden kurtulamayarak yok olmuştu...
***
Kısa bir koalisyon döneminden sonra yine bir BÜYÜK GÜÇ ortaya çıktı...
2002 yılında halkımız DP, ANAP çizgisinde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)'ne teveccüh göstermiş ve bu kez onları iktidara getirmişti.
70'li yıllarda koalisyon hükümetlerinden bıkan halkımız ANAP'tan sonraki koalisyonlu yıllarda belki de o yıllara dönme korkusu yaşamış ve yeni kurulan bu partiye teveccüh etmişti...
AKP iktidarının ilk yıllarında mavi boncuk dağıtıyordu tüm kesimlere...
Başbakan 10 yılı aşkın iktidarlarını çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemi olarak üçe ayırmıştı...
Çıraklık ve kalfalık dönemlerinde kendilerine destek vermeyen halkın fazlaca tepkisini almıyorlardı...
Ancak ustalık dönemlerinde onlarda DP ve ANAP gibi kendilerini BÜYÜK GÜÇ ilan etmişler ve güç zehirlenmesi hastalığına yakalanmışlardı...
Başbakan son konuşmalarında "halkım bana güç vermiştir ben de bu gücü istediğim gibi kullanırım, bana oy veren yüzde 50'nin dışında kalanları tanımam, maçanız yiyorsa sandıkta indirin bizi" tarzındaki konuşmalarıyla bu hastalığın en büyük belirtilerini sergiliyordu...
AKP dayatmacı politikaları sürerken birden bire bir Gezi Parkı çıktı ortaya....
AKP ısrarla Gezi Parkı'nı yıkacağını söylerken yurdun dört bir yanından milyonlarca insan direnişe geçmiş ve Gezi Parkı'nı yıktırmayacağız ana temasıyla hükümete karşı eyleme başlamıştı...
***
Gezi Parkı tam anlamıyla güç zehirlenmesine yakalanan hükümete karşı başlatılan direnişin bir sembolü oldu...
Halk siyasi görüş ve ideoloji ayrımı yapmadan direniş noktalarına gidiyor ve direnişçilere destek veriyor...
Başbakan ve AKP bu direnişe karşı direniyor...
Tam bir güç zehirlenmesi örneği izliyoruz...
Başbakan meydanlarda toplanan kalabalıklara karşı kendisi de kalabalık toplama derdine düşüyor...
Ülke giderek bir kaosun içine sürükleniyor...
Devleti yönetenler sokaktaki gençlerle inatlaşıyor...
Ortamı yumuşatıp, devletin şefkatli yüzünü halkına göstermesi gerekenler adeta sokak dalaşı yapar gibi davranıyor...
Sokaklarda toplanan ve adeta bir isyan provası yapan kalabalıklara karşı AKP "Ben de bizim mahallenin çocuklarını toplayayım da görün" dercesine basit bir tutum içersinde...
Halk direniyor, halktan güç alanlar direniyor...
Bakalım bu inatlaşma ülkemizi nerelere götürecek...
***
Bugün güç zehirlenmesinin bir örneğini de Gezi Direnişi'ne destek olduklarını söyleyen marjinal sol guruplar yaşamaktadır.
Halk bu direnişe büyük bir destek veriyor.
Bunu fırsat bilen sol guruplar hemen meydana çıkıyor ve bu direnişi sahipleniyorlar...
Siyasi parti bayraklarını, siyasi düşüncelerini evlerinde bırakıp ellerinde sadece Atatürk posteri ve Türk Bayrağı ile bu direnişe destek olan milletin "siyasi parti bayraklarınızı, gurup flamalarınızı ve pankartlarınızı bu meydanda istemiyoruz" şeklindeki çığlıklarını yok sayan bu guruplar ısrarla durumdan vazife çıkarma gayreti içindeler...
İşte bu da bir güç zehirlenmesidir...
Bu direnişi kendileri için bir tanıtım arenası gibi görenler halkın sesine kulak verin...
Terör örgütü paçavralarınızı, siyasi bayraklarınızı ve pankartlarınızı oradan uzak tutun...
Bu millet tarih boyunca güç zehirlenmesine yakalanaları nasıl yok ettiyse sizi de yok edecektir...

10 Haziran 2013 Pazartesi

Gezi Parkı ahalisi diyor ki...

İster evde oturan yüzde 50 olun,
İster sokağa çıkan yüzde 50...
Ne olursanız olun, mutlaka ama mutlaka Gezi Parkı Direnişçilerini tanıyın...
Tanımadan karar vermeyin...
Tanımadan yorum yapmayın...
Tanımadan fikir yürütmeyin...
Tanımadan cehennemin kapısını açıp kıçlarına tekmeyi yapıştırmayın..
Mutlaka tanıyın...
Bir gün sessiz sedasız çıkın Gezi Parkı'na ve oranın ruhunu tanımaya çalışın...
Gezi Parkı ahalisini tanıdıkça eminim fikirleriniz daha sağlıklı olacaktır...
***
Evet çoğunun dediği gibi "3-5 ağaç" meselesiydi onların meselesi...
Kısa sürede o "3-5" ağaç meselesi "benim meselem" oldu...
Neydi benim meselem!?
Başbakanın hükümetin açma-kapama ücreti adı altında yapılan soyguna duyarsız kalması...
Sonra Ahmet'in meselesi oldu...
Neydi Ahmet'in meselesi!?
Türkiye'de açlık sınırının altındaki asgari ücretle zengine kölelik etmek...
Sonra Zeynep'in meselesi oldu!
Neydi Zeynep'in meselesi?
Yeni doğmuş bebeğine pişik yapmayan çocuk bezi alamayışıydı...
Sonra Özgür'ün meselesi oldu.
Neydi Özgür'ün meselesi?
Üniversite'de okuyabilmek için aynı zamanda çalışmak zorunda kalmasıydı...
Sonra Ayça'nın meselesi oldu.
Neydi Ayça'nın meselesi?
Üniversite'de özgürce düşüncelerini dile getiremiyor olmasıydı...
Sonra esnaf Rıza'nın meselesi oldu...
Neydi esnaf Rıza'nın meselesi?
AVM'ler ve Dev Marketlerin mantar gibi çoğalması sonucu küçük dükkanının kepenklerine kilit vurmasıydı...
Sonra Hasan'ın meselesi oldu.
Neydi Hasan'ın meselesi?
Şehide kelle, teröristbaşına sayın diyen bir başbakanın olmasıydı...
Sonra Mehmet'in meselesi oldu.
Neydi Mehmet'in meselesi?
Amcasının oğlu teröristlerle vatanı korumak için savaşırken şehit düşmüş ve bugün devlet onu şehit edenlerle pazarlık yapıyordu...
***
Evet o "üç-beş ağaç" meselesi bir gün içinde hepimizin meselesini bünyesinde toplayan koca bir direniş olmuştu...
Millet'ten aldığı yüzde 50'lik güç ile kendisini BÜYÜK GÜÇ ilan eden ve diğer yüzde 50'yi yok sayan bir zihniyete karşı uzun zamandır insanların vicdanlarında sindirdikleri duyguların patlama noktası oldu bu üç-beş ağaç direnişi...
Anlayacağınız, Gezi Parkı'nda yeşeren o küçük fidan birden bire devasa bir ağaç haline geldi ve bütün meselesi olanların sembolü oldu...
Bu sembol  her geçen daha da büyüyor...
Sembol'ün etrafında toplananlar çoğaldıkça çoğalıyor...
Fakat elbetteki bu büyümenin de getirdiği bazı sıkıntılar ortaya çıkıyor...
Bunlardan en belirgin olanı da özellikle sol örgüt ve partilerin orada kendilerini reklam etme çabaları...
***
Gezi Parkı Direnişçileri bize yeni bir neslin doğuşunu anlatıyor aslında...
Partilerin kendilerini sadece "Seçmen" olarak görmesine isyan ediyorlar...
Zekalarıyla dalga geçme cüreti gösteren politikacılara isyan ediyorlar...
Çözüm üretemeyen, alternatif olamayan partileri isyan ediyorlar...
"Bizim adımıza düşünmeyin!, bizim adımıza karar vermeyin" diye haykırıyorlar...
Bu direniş hükümete karşı...
Sadece AKP'ye karşı süren bir direniş değil bu...
Tüm siyasi partiler bu direnişten ders almalıdırlar...
Artık halk seçmen olmaktan bıkmış...
Gençlik artık kendilerinin sadece seçim dönemlerinde adam yerine konulmasından bıkmış...
Orayı iyi analiz edip, herkes alacağı dersi almalı oradan...

6 Haziran 2013 Perşembe

Halk hareketi ve halk düşmanları...

Ülkemiz yıllar sonra Taksim Gezi Parkı Direnişi ile gerçek anlamda bir halk hareketine tanıklık etti.
"Üç-beş! ağaç için başlatılan bu eylem başbakanın kanun tanımaz tavrı ile bir patlamaya sebep oldu.
Onuncu gününü dolduran bu eylemin, büyük ölçüde başarıya ulaşmış olması yaşanan can kayıplarının ve bu hareketin bazı guruplar tarafından kirletilmeye kalkışılmasının verdiği acıları biraz da olsa hafifletmiş de olsa acılarımızı dindirmesi mümkün değildir.
Hükümet tarafından yönlendirilen ve yönetilen Polis güçlerinin orantısız güç kullanması,
Yakalanan eylemcilerden bazılarının 10-15 kişilik eli sopalı sivil - resmi polisler tarafından kıyasıya dövülmesi, eylemcileri olay yerinden uzaklaştırmayı amaçlayan ve direk sıkılması gereken biber gazı kapsüllerinin direkt olarak eylemcilere nişan alınarak atılması sonucu can kayıpları yaşadık, bir çok yaralı verdik.
Bir cami yaralıların tedavi edilebilmesi için seyyar hastaneye dönüştürüldü.
Ambulanslar çoğu yerde yaralıları hastanelere taşımaya yetmedi.
Hastaneler doldu taştı...
***

Bu 10 günlük süreçte yaşananlar, ülkemizde uzun süre tartışılacak gibi görünüyor.
Ulusal basın - yayın organlarının uyguladığı sansür sonucunda Türkiye bu büyük eylemle ilgili haberleri 2 TV kanalı ve bir kaç gazeteden takip etmek durumunda kaldı. Bunun sonucunda sosyal medyada muazzam bir bilgi kirliliği, provakasyona çok açık bilgi ve tahrif edilmiş belgeler yayıldı.
Eylemcilerin camide bira içtiklerinden tutun da, sabah namazından çıkanlara ve dine, imana, namaza ağza alınmadık küfürler edildiği söylenip, bu yalanlar tahrif edilmiş, düzenlenmiş, montajlanmış YALANlarla bu halk hareketi kirletilmeye ve zayıflatılmaya çalışıldı.
Kısmen de olsa başardılar.
Bir çok samimi dindar insan bu görüntülere, bu yalanlara kandılar...
Başbakanın kanun tanımayan açıklamaları karşısında dumura uğrayan ve bu halk hareketine destek veren dindar kesim bu uydurma belgeler ve haberlerle yeniden kanun tanımaz başbakanın tarafına çekildiler...
***

Hükümetin 10 yılı aşkın zamandır, halktan aldığı güç ile "Ali kıran baş kesen" bir tavır içine girmesi sonucu yaptığı zulümlere karşı bir patlama anı olan bu eylemlere Ülkücü kesimin de destek vermesi dindar kesimin destek vermesi kadar ürkütmüştü birilerini.
Hemen harekete geçtiler...
Sivil eylemcilerin arasına ajanlar yerleştirdiler...
Marjinal sol örgütlerin bayraklarıyla, flamalarıyla bu eylemcilerin arasında boy göstermelerini teşvik ettiler...

Oslo sürecinde Pkklı yandaşlar ile terör örgütü ile pazarlığı destekleyen AKP'li yandaşların bebek katili Apo ve Türk Bayraklı Atatürk posterlerini ellerine alarak yanyana bir Avrupa ülkesinde çektirdikleri fotoyu sanki bugün taksim Gezi Parkı eylemlerinde çekilmiş gibi servis ettiler ve Ülkücü kesime "Siz bunlara mı destek vereceksiniz?" sorusunu sorarak Ülkücülerin bu eyleme olan desteklerini bitirmeye-zayıflatmaya çalıştılar.
Eylemcilerin arasına karışarak sol örgütlerin flamalarını taşıyanların, polise taş atanların resimlerini yayınlayarak, "Siz 12 Eylül öncesinde savaştığınız bu sölcularla mı birlikte olacaksınız!?" sorusunu sordular.
Soruyu sorarken cevabı da veriyorlardı aslında...
***
Ülkücüler üzerine oynanan bu oyunu farkeden MHP lideri Devlet Bahçeli, yaptığı her açıklamada eylemin meşruiyetini savunmuş, bu eylemin demokratik bir halk eylemi olduğunu söylemiş ancak provakatörlerin kol gezdiği bu meydanlarda MHP'nin olmayacağını da açıkça ifade etmiştir.
MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin bu sözleri ve tavrı bence süreçte en makul ve mantıklı açıklamalar olmuştur.
MHP'nin kurumsal olarak bu eylemlerin içinde bulunmaması;
Eylemlere destek veren MHP seçmeninin MHP bayraklarıyla, MHP'nin kurumsal kimliğiyle bu eylemlerde bulunmaması ve Bahçeli'nin de bu yönde çağrısı yapması son derece makul, mantıklı ve sağduyulu bir tavır olmuştur.
MHP seçmeninin bir bölümü Devlet Bahçeli'nin bu mesajlarını doğru okumuş ve Pkk'nın bölücü emellerine hizmet eden AKP'ye karşı başlatılmış olan bu eyleme destek vermişler ancak eylem içinde bulundukları süre boyunca MHP kimliklerini meydanlara taşımamışlardır.
MHP Genel Başkanı'nın milletvekillerine yönelik "Bu eylemlere katılacak olanlar istifalarını versinler öyle gitsinler" şeklindeki sözleri her ne kadar antidemokratik gibi algılansa da eylemin "siyasi bir kimliğe" büründürülme çabalarının altına konulmuş bir dinamit gibidir.
Milletvekilleri ve yöneticiler partilerin kurumsal kimliğini temsil ederler...
Şunu çok rahat söyleyebilirim ki; MHP lideri 10 gündür süren bu eylemlere, bu halk hareketine en büyük saygıyı gösteren siyasi lider olmuştur...
Bahçeli isteseydi diğer liderler gibi parti bayraklarıyla seçmenlerinin o alanlara gitmelerini ve bu halk hareketinden siyasi rant elde etme yolunu seçebilirdi.
Ancak sayın Bahçeli, halkın tamamen siyasi duygulardan uzak bir şekilde başlattığı bu eylemin siyasilerce kirletilmemesi için kendisine yakışanı yapmıştır.

Bahçeli'nin bu tavrı belki de ajan provakatörlerin yapabileceği ve sonuçlarını aklımızın ucundan bile geçiremeyeceğimiz çok büyük provakasyonların da önüne geçmiştir...
***

Gezi Parkı'nın içinde çok az sayıda duyarlı vatandaşlar tarafından başlatılan ve bir öfke patlamasıyla bir halk hareketine dönüşen bu eylemler aslında çok daha büyük kitlelerin katılımıyla gerçekleşebilirdi.
Yıllardır halk için mücadele ettiklerini söyleyen ancak halkın tüm değerlerini ok sayan marjinal sol guruplar bu eylemde de kendilerini gösterdiler ve halkın bu eylemi çok daha büyütmesine mani oldular.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin gösterdiği sağduyuyu gösteremeyen bu guruplar, bayraklarıyla, flamalarıyla eylemcilerin içine dalarak kendi reklamlarını yapmaya kalkıştılar...
AKP yandaşlarının ekmeklerine yağ süren bu marjinal guruplar, bir kez daha halktan ne kadar uzak kaldıklarını ispat ettiler.
Bu marjinal guruplara sempati duyup da bu eylem sırasında onların arasına katılmadan halkın arasına sade bir vatandaş olarak giren bir çok sağduyulu insanı da gördüm.
Onlar da böyle bir eylemde gurup ya da siyasi parti bayraklarının bulundurulmasının bu hareketi ne kadar zayıflattğından yakınıyorlardı.

CHP ve İP de bu eylemlere parti bayraklarıyla katılarak halkın direnişini zayıflatmışlar ve bu direnişten siyasi rant elde etme yönüne gitmişlerdir.
***
Halk bu halk düşmanlarını bir çok yerde aralarından attı...
Eylemin başladığı Gezi Parkı'nda öyle bir ortam oluşturuldu ki; siyasi kimliklerinden bir an için sıyrılıp sade vatandaş olabilmeyi başarabilenler öyle bir dayanışma sergilediler ki; kelimelerle tarif etmek mümkün değil...
Bu manzara karşısında ağlayanlar gördüm...
Hakim bir noktaya çekilip insanların o dayanışma manzarasını hayranlıkla izleyenler gördüm...
Medya organlarından olayları izleyip, bu hareketi tasvip etmeyen bir arkadaşımı zorla o meydana götürdüm ve inanın gidiş o gidiş bir daha oradan çıkaramadık. 15 dakika o meydanda dolaştıktan sonra gözyaşlarıyla "Allah senden razı olsun arkadaş, vallahi bu millet bu ruh ile her türlü zorluğu yener, ben de artık buradayım" dedi...
Yeter ki siz o ruhu anlamaya çalışın...
Yeter ki siz bir milletin uyanışını anlamaya çalışın...
Yeter ki siz ruhunuzu kaplayan o siyasi kimliklerinizden bir an da olsa sıyrılıp aynı bayrağın altında, aynı kutsal topraklarda, aynı kutsal değerler etrafında yaşayan vatandaşlar topluluğundan bir fert olarak görün kendinizi...
***

Bu eylemi kuşatan siyasi sembollerinizi alın ve gidin arkadaş...
Bu eylem halkın eylemidir...
O meydanlar halkın meydanlarıdır...
Bir kere olsun halktan yana olun ve siyasi sembollerinizi evlerinize bırakıp bizim gibi, sade  bir vatandaş olarak aramıza yeniden katılın...

2 Haziran 2013 Pazar

Ağaç semboldür, direniş halkındır!

Günlerdir Türkiye uzun yıllardan bu yana yaşamadıklarını yaşıyor.
Taksim Gezi Parkı'ndaki kanunsuz işgale karşı çıkan küçük bir gurubun yaktığı kıvılcım, büyüdü bir alev topu haline geldi.
Gezi Parkı direnişi çok kısa bir zamanda tüm yurda yayıldı ve toplumsal bir direniş haline dönüştü.
Olayların bu boyutlara ulaşmasının tek sebebi de TC Başbakanı'nın tv ekranlarına çıkıp;
"Ne yaparsanız yapın biz karar verdik oradaki ağaçlar yıkılacak, oraya o AVM yapılacak" şeklindeki açıklamasıdır.
AKP yandaşları bu gerçeği örtbas etmek için çeşitli yollara başvuruyorlar.
Eylemin dış güçlerin yönlendirdiği safsatasından tutun da, oradakilerin Pkk sempatizanları olduğuna kadar bir çok gerçek dışı, eylem kırıcı söylemle eylemin boyutunu düşürmeye ve eylemi sonlandırmaya çalışıyorlar.
Sosyal paylaşım sitelerinde gördüğümüz manzara gerçekten çok garip.
Özellikle Ülkücülerin bu eyleme destek vermemesi için muazzam bir gayret sarfediliyor iki gündür.
Bunda da büyük ölçüde başarılı oldular.
Ülkücülerin büyük bir bölümü AKP yandaşları tarafından ortaya atılan söylemler doğrultusunda eylemin bir halk hareketi olmaktan çıktığı, eylemcilerin tamamının marjinal sol guruplar olduğu düşüncesiyle eyleme destek vermekten kaçındı.
***
Ben eylemin ilk gününden bu yana yakınen takip eden biri olarak, AKP yandaşlarının ortaya attıkları o marjinal gurupları nedense bir türlü göremedim.
Daha düne kadar Diyarbakır'da Apo posterleri ile, Pkk paçavraları ile zafer kazanmış ordu edasıyla gösteriler yapan bu marjinal gurupları görmezden gelenler, her ne hikmetse Taksim eyleminde bunların hiçbirisinin olmamasına rağmen sadece onları görüyor olmaları gerçekten çok şaşırtıcı.
Diyarbakır'daki Nevruz kutlamalarında dev Apo posterleri açıldı.
Dev Pkk paçavraları açıldı.
TC Devleti tehdit edildi.
Misak-ı Milli sınırları içindeki bir bölgemiz Kürdistan adıyla anılmaya başlandı.
Bu AKP'liler bütün bunlara ses çıkarmadı.
Bunların hiçbirini görmedi.
Taksim Gezi Parkı eyleminde olmayan bu unsurları nasıl gördüler şaşırmamak mümkün değil.
Ve bu AKP şakşakçılarının bu safsatalarına Ülkücü camianın bir kısmı nasıl kandı onu da anlamak mümkün değil.
***
Şimdi konuyu daha iyi anlamak için isterseniz şöyle bir başa dönelim.
Hükümet Taksim'i dönüştürme projesini başlattı.
Bu proje kapsamında Gezi Parkı'nın da yıkılarak yerine AVM yapılması gündeme geldi.
Bunun üzerine Taksim Gezi Parkını Koruma ve Güzelleştirme Derneği yürütmeyi durdurmak için mahkemeye başvurdu.
Mahkeme aylar sürdü.
Bir türlü karar çıkmadı.
Mahkeme sonuçlanmadan hükümet Gezi Parkı'nı yıkmaya kalkıştı.
Dernek üyeleri küçük bir gurup halinde parkın ve parktaki ağaçların yıkılmasını önlemek için park içinde oturma eylemi başlattı.
Bu eylem onların en doğal hakkıydı.
Mahkeme konusu olan bir yerde hükümetin kanunsuz bir şekilde yıkıma geçmesi kabul edilemezdi.
Eylemin ilk gününde polis öyle bir müdahale yaptı ki; akıllara ziyan.
sayıları onlarla ifade edilecek kadar az olan göstericilere biber gazı ve tazyikli su ile müdahale edip, ardından da tüm çadır ve özel eşyalarını yaktılar.
Halkımız her zaman mağdurun yanında olmayı kendine şiar edinmiş bir halktır.

Yine öyle oldu.
Ve halk Gezi Parkı için eylem yapanlara destek verdi.
***
Halk desteğinin başladığı ilk gün mahkeme konuyla ilgili kararını açıkladı.
Karar yürütmeyi durduruyordu.
Dernek davayı kazanmış ve mahkeme derneği haklı bularak yürütmeyi durdurma kararı aldı.
İşte olayların kırılma noktası burası oldu.

Mahkeme kararının açıklandığı o anlarda TC Başbakanı R. Tayyip Erdoğan ekranlara çıkıyor ve "Yargı kararını tanımadığını" ifade ediyor.
İşte olayların bugünkü boyutlara ulaşmasının sebebi başbakanın bu sözleridir.
Yargıyı tanıyan bir başbakan...
AKP'ye oy vermeyenleri halk olarak görmeyen,
Tüm muhalif hareketleri marjinal gurup olarak niteleyen bir başbakan...
Ve tabii ona biat etmiş bir zümre...
Başbakanın bu açıklamalarından sonra halk tamamen galeyana geldi.
Hukuku tanımadığını açıklayan bir başbakana tepkiler çığ gibi büyüdü.
Belki ilk defa Türkiye böylesine kendiliğinden gelişen bir toplumsal harekete tanıklık ediyordu.
Oraya destek için gidenlerin AKP'li olmadıkları kesin...
Taksim Gezi Parkı için destek vermek amacıyla Taksim'e gidenlerin elbette bir siyasi görüşleri olacak.
Fakat şurası da kesindir ki oraya gelenlerin hiçbirisi siyasi düşüncesini ön plana çıkarmak için gelmedi.
Yıllar önce bu halk nasıl mağdur olan Recep Tayip Erdoğan'a destek verdiyse bugün de Gezi Parkı direnişçilerine destek verdiler.

Fakat ne yazık ki, o günlerde mağdur olan ve halkın desteğini alan Recep Tayyip Erdoğan bugün yargı kararını tanımadığını söyleyen bir başbakan konumundadır.
***
AKP yandaşlarının eylem kırıcı söylem ve paylaşımlarının doğru olduğunu kabul etsek,
Orada marjinal gurupların varlığını,
Bölücü unsurların varlığını kabul etsek dahi,
Bu unsurların orada bulunmasına yol açan ve bu eylemi provake etmeseni sağlayan yine başbakanın kanun tanımaz tutumu değil midir?
Başbakan eylemin ikinci gününde açıklanan yargı kararından sonra;
Tv ekranlarında hukuk tanımaz bir söylem yerine "Ey halkım biz bu kararı aldık ama mahkeme de yürütmeyi durdurma kararı vermiştir. Biz kararımızda ısrarlıyız ancak yargı süreci bitene kadar proje durdurulmuştur" deseydi hangi marjinal gurup orada eylem yapabilirdi.
Bu kanun tanımaz tavrı sayesinde başbakan bu marjinal guruplara eylem alanı açmadı mı?
AKP seçmeni neden bu gerçeği görmek istemiyor?
Olaylar neden sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde değerlendirilmiyor!?
Ülkenin bir kaosa sürüklenmesine bir başbakan sebep oluyor ve o başbakana büyük destek veren halk "Bi dur arkadaş sen nasıl kanun tanımazsın" diye soramıyor.
İşte bu durum bizim için büyük bir tehlikedir?
Bu bir sürü psikolojisidir.
Çobana bir kaval eşliğinde itaat eden bir sürü psikolojisi...

AKP seçmeni artık sürü psikolojisinden kurtulmalı ve kendi liderlerinin yaptığı yanlışlara da yanlış diyebilmelidir.
Bunu yapabilirlerse eminim partileri bazı yanlışlardan kurutulur ve seçimlerde daha yüksek oranlarda oy alırlar...
Baskıcı zihniyetler her zaman yok olmaya mahkumdurlar...
Halkın verdiği bu güç, gün gelir başka bir yöne dönebilir.
Bunu hiç kimse unutmasın!