27 Eylül 2011 Salı

Eskişehirspor’u ve sevdalılarını örnek almaktan korkmayın!...

Ülkemizde futbol kültürünün içinde bulunan, az buçuk ucundan kıyısından futbol ile ilgisi olan herkes çok iyi bilir ki, Eskişehirspor ve Eskişehirspor sevdalıları bu ülkede futbol adına birçok ilklere imza atmış ve örnek davranışlar sergilemişlerdir. Kurulduğu günlerden bu yana Türk futbol kültürüne kazandırmış olduğu değerleri, yapılan ilkleri sıralamaya kalksak eminim arada unuttuklarımız olacaktır. Biz Eskişehirspor sevdalıları olarak yaptıklarımızı anlatmaktan ziyade yeni bir şeyler yapma peşinde koştuk bugüne kadar. Futbol kültürümüze sürekli yeni değerler kazandırma peşinde koşarken geçmişte yaptıklarımızı, futbolseverlerin değerlendirmesine bırakıyor ve adeta unutuyoruz…

Pirimiz Amigo Orhan (Erpek)’in futbol kültürümüze kazandırdıklarını eskiler iyi bilirler, yeni nesil futbolseverlerimizin de biraz araştırmaları gerekirken, araştırırken öğrenmek en güzelidir. İngiltere kraliçesine Eskişehir’den çiçek göndererek, merhum futbolcumuz Necdet Yıldırım ağabeyimizin tedavisi konusunda hassasiyet göstermelerini isteyen ağabeylerimiz belki de bir kraliçeden mektup alan tek taraftar topluluğudur halen…

Son günlerde ülke gündemine damgasını vuran ve tribünlerimizde küfür ve şiddetin önlenmesi yolundaki en önemli girişim olarak değerlendirilen BandoESES’i tüm Türkiye hayranlıkla takip ediyor. Tüm futbol eleştirmenleri ve spor insanları BandoESES’ten övgüyle bahsederken sporda şiddet ve küfürü önlemek için dev bütçeler hazırlayan ve harcayan ilgili devlet kuruluşları BandoESES’i delici (!) ve kesici (!) alet taşıyan potansiyel futbol teröristi (!) olarak görüyor ve deplasman maçlarında stadın çevresinde bile dolaşmalarına izin verilmiyor. BandoESES hiç de hak etmediği bu muameleye tabi tutulurken Galatasaray’ın Arena stadında insanların kafalarına rakı şişeleri yağıyor. Stad içinde satılan bu şişeler ise, ne hikmetse kesici ve delici alet kapsamına girmiyor. Bu da “Burası Türkiye” dedirten ilginç durumlarımızdan birisidir… Ordu’daki bir maçta da Eskişehirspor futbolcularının eli bıçaklı bir kişi tarafından saha içinde nasıl kovalandığını hepimiz biliyoruz. Onlar tehlike değil ama BandoESES’in müzik aletleri tehlike arzediyor ilgili devlet kuruluşlarına karşı…

BandoESES’in maruz kaldığı bu muamele ülkemizin bir ayıbıdır. Sayın Başbakan bu olaya bizzat el atarak bu ayıbı temizlemeli ve TFF sporda küfür ve şiddetin önlenmesi adına harcanan milyonlarca liradan BandoESES’in yaşaması için pay ayırmalıdır. Biliyorum bu önerime Eskişehirspor sevdalıları mutlaka karşı çıkacaktır. “BandoESES sevdasını yüreklerine yazan biz Eskişehirspor sevdalılarının onurudur, gururudur, bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de biz BandoESES’i yaşatacağız” diyeceklerdir fakat ben artık BandoESES ulusal bir yapıya kavuştuğunu düşünüyorum. Ulusal Takım ve ve kulüplerimizin uluslararası maçlarında TFF tarafından BandoESES tribünlere davet edilmeli ve tüm ihtiyaçları karşılanmalıdır. İlk kurulduğu yıllarda Eskişehirspor da Eskişehir’in ve Eskişehirlilerin takımı idi fakat kısa bir süre sonra GS, FB, BJK’den sonra tüm Türkiye’nin gönlünü fethedip Eskişehir ili dışından çok büyük taraftar kitlesine sahip olarak Türkiye’nin takımı olmuştur. BandoESES de böyledir. BandoESES artık tüm Türkiye’nin sevgi ve hayranlığını kazanmış bir oluşumdur. Bu oluşuma herkes sahip çıkmak zorundadır…

Eskişehirspor sevdalıları Türk futboluna her zaman güzellikler katmıştır. Bu güzellikleri taklit etmekten, örnek almaktan ve örnek göstermekten hiç kimse korkmasın…

YAŞASIN ESKİŞEHİRSPOR!..

25 Eylül 2011 Pazar

Bir yanımda Arap Baharı, bir yanımda Okyanus Ötesi meltemi, umurumda mı şehit anasının feryadı...


Sayın Başbakan günlerdir memlekette yoklar. Arap Baharı’nı teneffüs etmek üzere çıktığı önemli gezi Okyanus Ötesi’nde meltem rüzgarlarının ferahlığı ile devam etti. Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan muzaffer kumandan edasıyla çıktığı gezide Arap ülkelerinde kahraman gibi karşılandı. Bu karşılama törenlerini gördüğümüz vakit sanki AKP’li vatandaşlarımız Arap ülkelerine gitmişler gibiydi. Her yerde binlerce insan karşıladı kendisini. Aslında doğrusu da buydu. Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi ile aynı yıllarda kurulan Adalet ve Kalkınma Hareketi adlı illegal örgütlenme bu ülkelerde yıllar süren mücadele sonrasında ABD, NATO ve Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin destekleri ile isyan başlatmış ve binlerce insanın katledildiği iç savaşlara dönüşen bu isyan hareketlerinin sonunda mevcut iktidarlar devrilerek Adalet ve Kalkınma Hareketi liderleri iş başına geçmişti. Doğal olarak bölgedeki tek legal hareket olan Adalet ve Kalkınma Partisi lideri de bu ülkelerdeki başarılarını kutlamak üzere bu geziye çıkmıştı. Daha önce de belirttiğimiz üzere Adalet ve Kalkınma Hareketi ile ülkemizdeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin birçok benzerlikleri var. İsimlerindeki benzerliğin yanı sıra aynı yıl kurulmuş olmaları, amblemlerinin Türkiye’deki AKP’nin ampul diğer ülkelerdeki AKH’nin ise gaz lambası olması önemli ortak özellikler arasında... Bir diğer ortak özellik ise, AKP ve AKH’nin ılımlı İslam rejimini destekliyor olmaları.

Hafızalarımızı biraz zorlayacak olursak Arap Baharı isyanları başlamadan önce de Başbakanımız bazı gezilere çıkmıştı bu ülkelere. Ve gittiği her ülkede ziyaretinin birkaç gün sonrasında isyan hareketleri başlamıştı. Tabii ki, bu yazdıklarımızın tamamı tesadüf (!) ve tartışmaya değer konular değildir. Eğer ki, tartışmaya değer konular olsaydı hem ülkemizdeki muhalefet partileri hem de ülkemizin aydınları bu konuları tartışmaya açarlardı!..

Başbakanımız Arap Baharı havasını teneffüs ettikten sonra bir de Okyanus Ötesi meltemlerini teneffüs etmek istedi ve doğruca ABD’ye gitti. Burada kankası Barack Hüseyin Obama ile yaptığı görüşmede bacak bacak üstüne atarak ülkemizin onurunu kurtardı(!)… BM toplantısında yine atarlı giderli konuşarak ülkemizdeki AKP seçmenini etkiledi. Filistin’e sahip çıktı. İsrail’e gider yaptı… Savaş gemilerimizin Doğu Akdeniz’de turlayacağı sinyallerini verdi. İsrail’in gözünü korkuttu…

Pekala bu arada sayın Başbakan’ın görev yeri olan Türkiye’de neler oluyordu!? Ülkemizde olanlar hepimizin malumu... Göreve geldiklerinde terörün büyük ölçüde tükendiğini, şehit sayımızın sıfırlandığını hepimiz anımsıyoruz. AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte başlatılan demokratik açılım ve Ergenekon rüzgarı ile teröristlerin korkulu rüyası olan Özel Harekat birlikleri dağıtılmış, terörist ile onların anlayacağı dilden mücadele yürüten ve terörü sıfır noktasına çeken rütbeli rütbesiz askerlerimiz bir bir cezaevine konulmuş ve geçen zaman içinde şehit sayımız yılda ortalama 70-80 civarına çıkmıştır. Bu durum bu yıl seçimlere kadar terör örgütü ile yapılan mutabakat sonucunda durmuş gibi görünmesine rağmen seçimler sonrasında terör örgütünün eylemleri yeniden başlamış ve hemen hemen her gün bölgeden şehit haberleri gelmeye başlamıştı. Terör örgütü asker ve polislerin yanı sıra sivil vatandaşlarımızı da katletmekten geri durmuyordu. Yıllardır terör olaylarını gündeme getiren muhalefeti “şehit kanı üzerinden siyaset yapıyorlar” zırvalığı ile susturan iktidar partisi bu süreçte şehit haberlerinin sansürlenmesinden, şehit cenazelerinde slogan atılmasına kadar birçok üstü kapalı yasaklamalarla halkımızın şehit haberleri karşısında sessiz kalmasını hedeflemiş ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bugün baktığımız vakit şehit haberleri karşısında, “vah vah yazık, Allah anasına babasına sabır versin” demekten öteye geçmiyor ve kanal değiştirip eğlence programı izlemeye devam ediyor. Göreve geldikleri günden itibaren şehit askerlerimizin Ergenekon (Yandaş bir TV kanalına göre “Erkenkondu”) terör örgütü (!) tarafından şehit edildiklerini söyleyen AKP’liler, bunlardan sorumlu tuttukları onlarca generali ve değişik rütbelerde asker ve polisi içeri attıktan sonra şehit haberlerinin artarak devam etmesi üzerine “bazı güçler”i ortaya attılar ve AKP’nin tamda barış ortamını sağlayacağı bir sırada terör olaylarının arttırıldığını söylüyorlar. Aslında geçtiğimiz yıllara baktığımız vakit terör olayları bu yıl artmış değil. Geçtiğimiz yıllarla aynı paralelde devam ediyor. Sadece taktik değişti. Seçim ya da referandum öncesinde duruyorlar daha sonra vuruyorlar. Karşılarında profesyonel terörle mücadele ekipleri olmadığı içinde tüm eylemlerinde emellerine ulaşıyorlar. Hükümet de sanki izledikleri demokratik açılım projesi bir dönem başarıya ulaşmışta “bazı güçler” bundan rahatsız oluyormuş gibi bir hava estirmeye devam ediyorlar.

Son olarak, dün akşam saatlerinde 5 askerimizin şehit düşmesi sonucunda sayın Başbakanımız açıklama yapıyor. “Terör örgütü işini yapıyor, biz de işimizi yapacağız.” anlamındaki bu sözlerden ne anlıyoruz? Daha önceki şehit haberleri sonrasında da aynı söylemler yok muydu? Dünyayı başlarına yıkmayacak mıydık. Sonucu meçhul olan hava harekatı sonrasında kara harekatı yapılarak bunların kökü kazınmayacak mıydı? Kara harekatı için ne bekleniyor? Kuzey Irak’ta konuşlanmış olan terör örgütünün tamamen bölgeyi terk edip başka bir yerde konuşlanması mı bekleniyor?

“Biz de görevimizi yapacağız” deniliyor ama ne yapacağımızı bir türlü kestiremiyoruz. Görünen o ki, tek çare bu hükümetin gelir gelmez dağıttığı ve hapse tıktığı Özel Harekat birlikleri yeniden göreve çağırılacak. Madem yeniden bu sistem getirilecek ve terör ile mücadelede en etkili yöntem buydu neden dağıttınız. Onlarca yiğidimizin şehit olmasına neden göz yumdunuz?

Evet sayın Başkanımız Arap Baharı ve Okyanus Ötesi meltemi ile ferahlarken Türkiye’de terör artık her gün can almaya devam ediyor. Bunun yanı sıra ekonomi de allak bullak oluyor. Dolar büyük bir hızla yükseliyor, döviz mağdurları yeniden meydanlarda boy gösteriyorlar…

Bir de füze kalkanı meselesi var tabii. Hani sayın Başbakanımızın sürekli gider yaptığı İsrail’in korkulu rüyası olan İran füzelerine karşı yıllardır ülkemiz topraklarına yerleştirmeyi düşündüğü ve bir türlü yerleştiremediği füze kalkanı rampaları… %99’u Müslüman olan bir ülkede bu rampaların konuşlandırılmasının ne kadar zor olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. İslam inancına göre lanetlenmiş olan Yahudilerin, bir Müslüman ülke olan İran’a karşı bu füze kalkanı rampasını ülkemiz topraklarına yerleştirmesi durumunu hiç kimse Türk Milleti’ne kabul ettiremezdi. Fakat “Van Minut” vakası ile başlayan senaryo sessiz sedasız füze kalkanı rampasının ülkemiz topraklarına yerleştirilmesi kararını çıkardı. Van Minut yetmiyordu tabii. Arkasından Gazze meselesi çıktı. Mavi Marmara gemisi yola çıkarıldı ve 9 insanımızın Yahudi canilerce katledilmesine adeta göz yumuldu. O gemideki insanların Yahudi cellatlar tarafından katledilmesini önlemek isteyen bir hükümet o gemi ile bağlantı kurar ve İsrail askerlerinin her türlü vahşeti yapmaktan geri durmayacaklarını söyleyerek son anda o gemiyi geri çekebilrdi. Tıpkı İran hükümetinin yaptığı gibi…

İsrail ile ilişkilerimiz görünürde iyice gerilmiş ve elçiliklerin geri çekilmesi gündeme gelmişti. İsrail’den katlettikleri 9 vatandaşımız için özür dilemesini ve tazminat ödemesini istedik. İsrail üzüldüğünü ancak özür dilemeyeceğini çünkü bunun bir iç güvenlik meselesi olduğunu söyledi. Özür meselesi halen devam ediyor. Derken birden Filistin’in BM’ye üyeliği gündeme getirildi. Bu aralar bu konu gündemdeki yerini koruyor… Aynı günlerde Kıbrıs meselesi de gündeme geldi. Aylar önce Dışişleri bakanımız 2012’de Kıbrıs Devleti’nin geleceğini müjdelerken, bugün Kıbrıs Rum Kesimi ile atarlı giderli konuşmaya başladık. Muhtemelen bu atarlı giderli konuşmalarda Dışişleri Bakanımızın müjdelediği Kıbrıs Devleti’nin bir altyapısı olmalı. KKTC bitecek Rumlarla birlikte Kıbrıs Devleti kurulacak…

İşte sayın Başbakanımız Arap ülkeleri ve ABD gezisini sürdürürken ülkemizde olanları böylece özetledik. Şehitlerimizin aziz ruhlarını saygıyla anıyor, Allah (CC)’tan yakınlarına sabırlar ihsan etmesini diliyorum. 

20 Eylül 2011 Salı

Bir Sözümüz Var...

“Mektubuma başlamadan evvel, selam eder, hasretle gözlerinden öperim…”

Genç arkadaşlarımızın bir çoğu bu cümleyi pek duymamışlardır. Duyanlar da biz yaşlardakilerin anılarını dinlemişlerse, ya da bizim gibi yazma meraklılarının anıları arasında duymuşlardır.


İletişim teknolojisi günümüzdeki kadar gelişmemiş iken, herkes yazardı. Mektup en önemli iletişim aracımızdı. Aylar, yıllar süren hasretler, gönlümüzden dökülen inciler, beyaz kağıtta can bulur, ruh bulur hasretini çektiğimiz dostumuza, kardeşimize, anamıza, babamıza, yavuklumuza, hasılı kelam hasretinin yüreğimizi kor parçası gibi yaktığı kim varsa ona götürürdü bizleri. Mektup yazmak hayatımızda gerçekten çok önemli bir yer tutuyordu. Sadece mektup yazmakla kalmıyorduk tabii. Yazmak bir alışkanlık haline geliyor ve duygularımızı düşüncelerimizi kağıda dökmek için “kağıda kaleme sarılıyor”duk…




Delikanlılık çağımızı anımsıyorum. Hepimiz aşıktık. Kimimiz mahallenin en güzel kızına, kimimizde ecnebi bir artize. Bir arkadaşım Prenses Diana’ya aşıktı mesela… Birisi Melike Zobu’ya, bir diğer arkadaşım da Filiz Akın’a aşıktı… Şiir defterlerimiz vardı. Defterin tek sayılara denk gelen tarafına şiirimizi yazar diğer tarafına ise, o şiire uygun bir resim yapıştırırdık…

Sonra “aşkın para etmediğini” öğrendik. Aşık olduğumuz mahallenin en güzel kızları en zengin adamlarla bir bir evlendiler gittiler. Ezilmiştik… “Fakirsin dediler vermediler” edebiyatının en güzel dönemi olan Arabesk döneminin baş mimarları olduk. Sevda şiirlerinin yerini isyan şiirleri aldı. Mahallenin bütün çocukları cümbür cemaat isyana kalkıştık. Zeki Müren’i bıraktık, hepimiz Müslüm Baba’ya biat ettik. Jiletse jilet dedik, attık façayı…


Sonraları varoş denilen kenar mahallenin çocuklarıydık. Fakirdik, görgüsüzdük, derbederdik, serseriydik ve en önemlisi isyankardık… Müslüm Baba da derdimize çare olmadı. İşi siyasete döktük…


Attık kendimizi ortaya “Durdurun dünyayı ulen, bizim de sözümüz var” dedik ve başladık yazmaya. Anı defterleri edindik. Artık şiir yazmıyorduk. Kimimiz “Memleketi Gomünist’lerden kartarmaya” and içtik, kimimiz de “Emperyalist güçler ve faşist yandaşlarına” karşı mücadeleye giriştik… Defter kalem elimizden hiç düşmedi. Yazdık da yazdık… Bir ara yanlışa düştük… Yazmak çare etmiyor, vuruşalım diyenlerin gazına gelip, kalleş pusular kurarken, bir başka kalleş pusunun kurbanı olduk…


80’lerin başında tepemize inen “darbe” ile kendimize geldik… Uğruna savaştıklarımız, dövüştüklerimiz, çarpıştıklarımız, can verip can aldıklarımız, kardeş kavgasının içine düştüklerimiz hem “Biz”i, hem “Onlar”ı idam sehpalarına konuk ettiler. Yağlı urganları boyunlarımıza geçirip bir ülkenin geleceğini darağacında sallandırdılar. İşkenceler gördük…


En sonunda anladık ki, en doğrusu yine yazmakmış… Kalemin gücü hiçbir silahta yok derken, birileri çıktı, “kalem tükendi, yaşasın klavye” diye haykırdı… Öğrendik ki bilgisayar denen bir alet çıkmış… Mahalleden arkadaşım Mehmet bombayı patlatmıştı; “hadiyin len gavatlar, bilgi sayılır mıymış, hangi birisini sayacaksınız anasını satayım, dünyada kaç tane bilgi var siz nerden bileceksiniz ki!?” Bizim Memet doğru mu diyordu acaba!?...


Sonraları anladık ki, Memet doğru demiş, bilgi sayalır mı hiç!? Ama bu alete de neden bilgisayar demişler onu halen anlayabilmiş değilim. Bir zaman sonra bilgi-sayar denen aletle de tanıştık. Bir taraftan “acaba insanlar yazmaktan vazgeçer mi” korkusu yaşarken, bir taraftan da teknolojinin bu büyük nimetinden daha çok faydalanabilmenin yollarını aradık.


Sonraları teknoloji öylesine hızlı ilerledi ki, biz bile neye uğradığımızı anlayamadık. Bir de baktık elimizde cep telefonu denen bir alet, kısa mesaj çekiyoruz bir bayram sabahında yakınlarımıza. Yahu hani biz teknolojiye direnecektik. Hani biz bu “zibidiler” gibi eşimize dostumuza bayramlarda bile olsun KMS değil de posta kartı atacaktık. İşte o an bir şeyi daha anladık ki, teknolojiye direnmek mümkün değil. “O halde bu teknoloji en iyi bir şekilde kullanalım. İnsanlık için en faydalı şekilde kullanalım” dedik ve internet ile tanıştıktan sonra kağıt ve kalemin tahtının yıkılışına tanıklık ettik… Artık ne şiir defterlerimiz vardı, ne de anı defterlerimiz… Artık en iyi yazan kalemi aramıyorduk kırtasiyelerde… En hızlı internet sağlayıcısının peşindeydik…


Elimizden kağıdı ve kalemi alsalar da biz yazmaktan vazgeçmedik. Artık internet üzerinden yazıyor ve düşüncelerimizi çok daha geniş kitlelere ulaştırabiliyoruz… Bir süre forumlarda yazdık, paylaştık düşüncelerimizi. Sonra Facebook… Twitter dedikleri mevzuya kafam basmadı bir türlü. Tek tek cümle yazmak da neyin nesi yahu. Kekeme gibi…


Sağolsun, Bizim Beyoğlu gazetesinin genç sahibi Hüseyin Güven kardeşim
ağabey facebook’ta olmuyor, insanlar yazılarınızı rahat takip edemiyor, size bir 'blog' açalımdedi. Biz de “Eyvallah” dedik ve O’nun değerli emekleri sonucunda bundan böyle gönül dostlarımızla bu blog vasıtasıyla düşünce ve duygularımızı paylaşacağız. Bir Sözümüz Var diyen tüm dostlarımı da burada konuk etmekten onur duyacağım…

Sürç-ü Lisan eder isek, şimdiden affola diyelim ve okumuş olduğunruz bu ilk yazımızla hepinizi sevgi ve saygıyla selamlayalım… Hoş geldiniz dostlar…