20 Eylül 2011 Salı

Bir Sözümüz Var...

“Mektubuma başlamadan evvel, selam eder, hasretle gözlerinden öperim…”

Genç arkadaşlarımızın bir çoğu bu cümleyi pek duymamışlardır. Duyanlar da biz yaşlardakilerin anılarını dinlemişlerse, ya da bizim gibi yazma meraklılarının anıları arasında duymuşlardır.


İletişim teknolojisi günümüzdeki kadar gelişmemiş iken, herkes yazardı. Mektup en önemli iletişim aracımızdı. Aylar, yıllar süren hasretler, gönlümüzden dökülen inciler, beyaz kağıtta can bulur, ruh bulur hasretini çektiğimiz dostumuza, kardeşimize, anamıza, babamıza, yavuklumuza, hasılı kelam hasretinin yüreğimizi kor parçası gibi yaktığı kim varsa ona götürürdü bizleri. Mektup yazmak hayatımızda gerçekten çok önemli bir yer tutuyordu. Sadece mektup yazmakla kalmıyorduk tabii. Yazmak bir alışkanlık haline geliyor ve duygularımızı düşüncelerimizi kağıda dökmek için “kağıda kaleme sarılıyor”duk…




Delikanlılık çağımızı anımsıyorum. Hepimiz aşıktık. Kimimiz mahallenin en güzel kızına, kimimizde ecnebi bir artize. Bir arkadaşım Prenses Diana’ya aşıktı mesela… Birisi Melike Zobu’ya, bir diğer arkadaşım da Filiz Akın’a aşıktı… Şiir defterlerimiz vardı. Defterin tek sayılara denk gelen tarafına şiirimizi yazar diğer tarafına ise, o şiire uygun bir resim yapıştırırdık…

Sonra “aşkın para etmediğini” öğrendik. Aşık olduğumuz mahallenin en güzel kızları en zengin adamlarla bir bir evlendiler gittiler. Ezilmiştik… “Fakirsin dediler vermediler” edebiyatının en güzel dönemi olan Arabesk döneminin baş mimarları olduk. Sevda şiirlerinin yerini isyan şiirleri aldı. Mahallenin bütün çocukları cümbür cemaat isyana kalkıştık. Zeki Müren’i bıraktık, hepimiz Müslüm Baba’ya biat ettik. Jiletse jilet dedik, attık façayı…


Sonraları varoş denilen kenar mahallenin çocuklarıydık. Fakirdik, görgüsüzdük, derbederdik, serseriydik ve en önemlisi isyankardık… Müslüm Baba da derdimize çare olmadı. İşi siyasete döktük…


Attık kendimizi ortaya “Durdurun dünyayı ulen, bizim de sözümüz var” dedik ve başladık yazmaya. Anı defterleri edindik. Artık şiir yazmıyorduk. Kimimiz “Memleketi Gomünist’lerden kartarmaya” and içtik, kimimiz de “Emperyalist güçler ve faşist yandaşlarına” karşı mücadeleye giriştik… Defter kalem elimizden hiç düşmedi. Yazdık da yazdık… Bir ara yanlışa düştük… Yazmak çare etmiyor, vuruşalım diyenlerin gazına gelip, kalleş pusular kurarken, bir başka kalleş pusunun kurbanı olduk…


80’lerin başında tepemize inen “darbe” ile kendimize geldik… Uğruna savaştıklarımız, dövüştüklerimiz, çarpıştıklarımız, can verip can aldıklarımız, kardeş kavgasının içine düştüklerimiz hem “Biz”i, hem “Onlar”ı idam sehpalarına konuk ettiler. Yağlı urganları boyunlarımıza geçirip bir ülkenin geleceğini darağacında sallandırdılar. İşkenceler gördük…


En sonunda anladık ki, en doğrusu yine yazmakmış… Kalemin gücü hiçbir silahta yok derken, birileri çıktı, “kalem tükendi, yaşasın klavye” diye haykırdı… Öğrendik ki bilgisayar denen bir alet çıkmış… Mahalleden arkadaşım Mehmet bombayı patlatmıştı; “hadiyin len gavatlar, bilgi sayılır mıymış, hangi birisini sayacaksınız anasını satayım, dünyada kaç tane bilgi var siz nerden bileceksiniz ki!?” Bizim Memet doğru mu diyordu acaba!?...


Sonraları anladık ki, Memet doğru demiş, bilgi sayalır mı hiç!? Ama bu alete de neden bilgisayar demişler onu halen anlayabilmiş değilim. Bir zaman sonra bilgi-sayar denen aletle de tanıştık. Bir taraftan “acaba insanlar yazmaktan vazgeçer mi” korkusu yaşarken, bir taraftan da teknolojinin bu büyük nimetinden daha çok faydalanabilmenin yollarını aradık.


Sonraları teknoloji öylesine hızlı ilerledi ki, biz bile neye uğradığımızı anlayamadık. Bir de baktık elimizde cep telefonu denen bir alet, kısa mesaj çekiyoruz bir bayram sabahında yakınlarımıza. Yahu hani biz teknolojiye direnecektik. Hani biz bu “zibidiler” gibi eşimize dostumuza bayramlarda bile olsun KMS değil de posta kartı atacaktık. İşte o an bir şeyi daha anladık ki, teknolojiye direnmek mümkün değil. “O halde bu teknoloji en iyi bir şekilde kullanalım. İnsanlık için en faydalı şekilde kullanalım” dedik ve internet ile tanıştıktan sonra kağıt ve kalemin tahtının yıkılışına tanıklık ettik… Artık ne şiir defterlerimiz vardı, ne de anı defterlerimiz… Artık en iyi yazan kalemi aramıyorduk kırtasiyelerde… En hızlı internet sağlayıcısının peşindeydik…


Elimizden kağıdı ve kalemi alsalar da biz yazmaktan vazgeçmedik. Artık internet üzerinden yazıyor ve düşüncelerimizi çok daha geniş kitlelere ulaştırabiliyoruz… Bir süre forumlarda yazdık, paylaştık düşüncelerimizi. Sonra Facebook… Twitter dedikleri mevzuya kafam basmadı bir türlü. Tek tek cümle yazmak da neyin nesi yahu. Kekeme gibi…


Sağolsun, Bizim Beyoğlu gazetesinin genç sahibi Hüseyin Güven kardeşim
ağabey facebook’ta olmuyor, insanlar yazılarınızı rahat takip edemiyor, size bir 'blog' açalımdedi. Biz de “Eyvallah” dedik ve O’nun değerli emekleri sonucunda bundan böyle gönül dostlarımızla bu blog vasıtasıyla düşünce ve duygularımızı paylaşacağız. Bir Sözümüz Var diyen tüm dostlarımı da burada konuk etmekten onur duyacağım…

Sürç-ü Lisan eder isek, şimdiden affola diyelim ve okumuş olduğunruz bu ilk yazımızla hepinizi sevgi ve saygıyla selamlayalım… Hoş geldiniz dostlar…

1 yorum:

  1. Abicim müthişsin. Bugün tesadüfen denk geldim sayfana. Daha önce çok yerde okudum yazılarını. Kimi yerde gözlerimi doldurdun, kimi yerde hasret çektirdin. Çoğu yerde senin gibi insanla, insanlarla aynı takımı tuttuğum için dünyanın en şanslı insanı adlettirdin.
    Kalemin hiç susmasın(Teknolojik adıyla klavyen.:))ve biz aynı keyifle o güzel yazılarını okuyalım.
    Ankara'dan sevgiler....

    YanıtlaSil