29 Haziran 2012 Cuma
BOP ve AKP....
BOP...
Türkiye kaumoyu BOP, yani Büyük Ortadoğu Projesi ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan sayesinde tanıştı. Sayın başbakan binlerce kişinin katıldığı toplantılarda ve tv ekranlarında büyük bir gururla bahsetti Türkiye'nin BOP'daki etkinliğinden. "Türkiye şu anda Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanıdır" sözlerini gururla müteaddit defalar tekrarladı. Başbakan ve AKP yönetimi BOP'u uluslararası dev bir proje olarak halka yansıttı. Tabii tetikçi yazarlarda boş durmadılar ve BOP'un ne olduğunu anlatmadan ne kadar büyük bir proje olduğunu söyleyerek Türkiye'nin de böylesine büyük bir projede eşbaşkan olmasının önemini dile getirdiler.
***
Peki nedir bu BOP denilen meret...
Projenin özgün adı Greater Middle East Initiative. Türkçesi Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi... Ülkemizde ise, kamuoyuna Büyük Ortadoğu Projesi olarak lanse edildi. Proje El Kaide'nin yaptığı iddia edilen 11 Eylül saldırısı sonrasında gündeme geldi ve o tarihlerde hayata geçirildi. 2001 yılında başlatılan bu projenin amacı ise, oldukça ilginç. Christopher Candland bir makalesinde şöyle açıklıyor BOP'un amacını: Fas'tan Pakistan'a, Türkiye'nin Karadeniz kıyılarından güneyde Aden ve Yemen'e kadar uzanan coğrafyada bulunan tüm Müslüman ülkelere demokrasi ihraç etmek. ABD önderliğinde başlatılan bu projenin en büyük destekçileri de İngiltere ve İsrail. BOP'un amacı hakkında bu bilgiyi aldıktan sonra BOP'un bu hedefe ulaşmak için kullanacağı amaçlara da bir bakmak lazım.
***
BOP dahilinde kalan Müslüman ülkelerde Amerika'yı seven bir Müslüman topluluk oluşturulması gerektiği 2001 yılında Financial Times gazetesinde yer alan bir makalede belirtiliyordu. Amerika dünyanın en büyük emperylalist gücü olarak dünyanın her yerinde çıkarlarını korumak adına güç kullanıyor ve sürekli olarak da özellikle Müslüman halk tarafından antipati topluyordu. 11 Eylül saldırısı sonrasında büyük bir paranoya krizine giren ABD, Büyük Ortadoğu Projesi'ni geliştirerek hem gücünü kabullendirmek hem de sevilen bir ülke olmak istedi. Sözde maksatları demokrasi ihraç etmek olduğu için demokrasinin en önemli parçası olan siyasi partileri araç olarak kullanmaya karar verdiler. Müslüman ülkeler arasında demokrasiyi en çok özümsemiş olan Türkiye ile başlandı işe. Adalet ve Kalkınma Partisi adıyla kurulan bu yeni parti dini söylemleri ve mağduriyet edebiyatı ile bir anda halktan büyük teveccüh gördü. Aynı yıllarda sözkonusu coğrafya üzerindeki bir çok ülkede Adalet ve Kalkınma Hareketi adıyla örgütler kuruldu. Bir çoğu İngiltere ve ABD'de bulunan muhalifler tarafından, Londra ve Washington'da kuruldu. Türkiye'deki AKP'nin logosu AMPUL diğerlerinin logosu ise Gaz Lambası idi. Aslında bu bir nevi sınıflandırma idi. Türkiye'de demokrasi daha gelişmiş olduğu için amblemi Ampul oldu. Diğer Müslüman ülkeler ise, demokrasiden nasiplenmedikleri için gaz lambası ile idare etmek durumunda kaldılar.
***
Türkiye'de AKP dinci ve mağdur söylemleri ile her geçen sene gücüne güç kattı ve iktidardaki yerini sağlamlaştırdı. Diğer Müslüman ülkelerde ise, zalim diktatörlerin zulmü altında ezilen halk ABD ve İngiltere destekli AKH'lerin kucağına itildiler. Arap Baharı'nın sıcak rüzgarlarına aldanıp bir zalimden kurtulmak isterlerken aslında vahşi kapitalizmin kucağına düştüklerinden haberleri bile olmadı. Kendilerini yöneten diktatörlere kendi insiyatifleri ile başkaldırmak yerine Yahudi ve Hristiyanların kışkırtma ve destekleri ile diktatörlerin zulmünden kurtulma yolunu seçen Müslümanlar şu an kendi ülkelerinde tam bir kaos ortamında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
***
Arap Baharı'nın son halkası olan Suriye'de muhalif güçler ABD, İngiltere ve Türkiye'nin desteğiyle güçlenirken zalim diktatör Esad güçleri de bir iç savaş halinde olduklarını vurgulayarak zulmün dozunu arttıracaklarını gösterdiler. Suriye'deki ayaklanmayı yürüten de merkezi Londra'da bulunan Adalet ve Kalkınma Hareketi. Suriye Müslüman Kardeşler Örgütü'nün de öncü rol oynadığı ayaklanmalar sonrasında BAAS rejiminin tüm muhalifleri birlik olarak Türkiye'de toplantılar yapmışlar ve diktatör Esad'ın devrilmesi için savaşma kararı almışlardı. Şu an her şey planlandığı gibi yürüyor.
***
BOP aslında Müslüman ülkeler üzerinde oynanan büyük bir oyun. Peygamber Efendimiz'in vefatından bu yana sürekli olarak Yahudi ve Hristiyanların bu tür ayak oyunlarına mağlup olan Müslümanlar bir kez daha bu oyunlara yenik düştüler. Kerbela'da yaşanan insanlık tarihinin en acı olaylarının benzerleri günümüzde de sürmektedir. Hristiyan ve Yahudilerin gazına gelen Müslümanlar birbirlerini katletmeye devam ediyorlar. ABD artık Müslüman kanı dökmek istemedi. Çünkü Müslümanlar birbirlerinin kanını dökmeye dünden razıydılar. "Allah'ın ipine sımsıkı sarılmayanlar" bugün İsrail, ABD ve İngiltere'nin ipine sarılıyorlar. BOP'un eşbaşkanı olmaktan gurur duyan bir başbakan dindar nesiller yetiştirmekten bahsediyor.
***
Geldiğimiz bu noktada Müslüman halkların yüzlerce yıldır süren cahiliye döneminden sıyrılarak Kur'an-ı Kerim'i anlamaları ve sermayesi din olanların iktidarından kurtulmayı başarmaları gerekmektedir....
27 Haziran 2012 Çarşamba
Bu nasıl bir süper güç!?
AKP iktidarının halkın gözünü boyama taktiklerinden birisi de Türkiye'nin AKP iktidarı ile birlikte bölgede bir süper güç haline geldiği şeklindeki söylemdir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan seçim meydanlarında sürekli bunu dile getirdi. Tetikçi yazarlar, yorumcular da onun izinden gittiler elbette. Yattık kalktık bunu işittik. Hani derler ya "Bir insana kırk gün deli derseniz deli olur" diye... Bizimkisi de o hikaye. Sürekli "Biz bölgede süper güç olduk" dediler halkımızda buna gerçekten inandı. Hatta "Aşağı mahallede bir yalan uydurdum, yukarı mahallede kendim inandım" sözünde olduğu gibi kendileri bile inandılar.
***
Peki Türkiye bölgede gerçekten süper güç mü oldu.Öncelikle süper güç nedir ona bir bakmak lazım. Süpergüç, uluslararası sistem içerisinde ilk sırada bulunan, dünya çapında olaylara etki edebilen ve güç kullanabilen devlettir. Bu tanımı baz aldığımız vakit AKP dönemi Türkiye'sinin bir süper güç olabileceğini düşünmek gerçekten büyük bir hayalcilik olur. Suriye ile yaşanan son uçak krizi de bir kez daha gösterdi ki, AKP tetikçilerinin "süper güç" söylemleri tam bir balon!
***
Göreve geldiklerinde bitme noktasına gelen terör, yürüttükleri sözde "açılım" özde "ihanet" politikalarının sonucunda soh oh yıl içersinde ortalama yılda 100'ün üzerinde şehit vermişiz. Terör örgütünün sivil hedeflere olan saldırıları zirveye çıkmış, terör örgütünün istekleri TBMM çatısı altında dile getirilir olmuş, terör örgütü liderinin cezasının ev hapsine dönüştürülmesi Başbakan Yardımcısı tarafından tartışmaya açılır olmuş, devlet Oslo'da terör örgütü ile pazarlık masasına oturmuş, terör örgütü ile mücadele eden ve önemli zayiatlar verdiren er, erbaş, subay, astsubay kim varsa içeri tıkılmış ve son olarak da Genel Kurmay Başkanımız çıkıp "Kandil'e girmek için ABD'nin izni alınmalı" demiş. Süper Güç'ün tanımında ne deniliyor "... dünya çapında olaylara etki edebilen ve güç kullanabilen devlettir" AKP Türkiye'si bırakın dünya çapında olaylara müdahale etmeyi daha kendi içindeki olaylara müdahale etmek için bile ABD'den izin alınması gerektiğine inanıyor. Bu nasıl bir süper güçtür!!! Efendim sayın Başbakan Necdet Özel'in bu sözleri karşısında esti gürledi diyeceksiniz belki. Dedi ki "Biz süper güçüz Kandil'e girmek için kimseden izin almayız" Tamam öyle olsun da ne zaman gireceksiniz bu Kandil'e efenim...
***
Türkiye bir de Mavi Marmara vakıası yaşadı. Göz göre göre 9 insanımız ölüme gönderildi ve devletimiz buna göz yumdu. Aslında göz yuman devlet değil AKP iktidarıydı. Mavi Marmara gemisi ve öldürülen 9 can Malatya'ya konuşlandırılan ve İsrail'i İran füzelerinden koruyacak olan Füze Rampaları'na yönelik tepkiler karşısında bir kalkan olarak kullanıldı Mavi Marmara... Hepimiz anımsarız, olay sonrasında tüm AKP sözcüleri ve tetikçileri esip gürlüyordu; "İsrail özür dileyecek, yoksa karışmayız!" Ne oldu sonra!? İsrail özür diledi mi? Hayır! Biz ne yaptık? Karışmadık. Füze Kalkanı Rampa sistemini Malatya'ya yerleştirdik, İsrail'in en büyük korkusu olan İran füzelerinin yolunu kestik. Hani biz süper güç idik. Neden 9 canımızın hesabını soramadık? İsrail'e neden özür diletemedik? Neden o "süper güç"ümüzü kullanmadık!?
***
Son olarak da kurulduğundan bu yana ilk kez bir uçak düşüren Suriye ile yaşanan kriz ortada. Suriye resmi açıklama yapıyor, "Türk uçağını biz düşürdük" diyor. Alenen kabadayılık yapıyorlar. Özür dilemiyorlar. "Hava sahamızı ihlal ettiniz vurduk" diyorlar. Başbakanımız yine açıklama yapıyor "Özür dileyin yoksa karışmam, bizim gazabımız cok kötü olur" Daha öncede duymuştuk bunları. Hiçbir şey de olmamıştı. Belki bu kez dediğini yapabilir AKP. Yani Suriye'ye bir saldırı düzenleyebilir. Çünkü bunu dünyanın süpir gücü ABD istiyor. Dünyanın uyanık abisi İngiltere de istiyor, İsrail de...
***
Bu aziz millet birgün gelecek gerçekleri görecek ve "eyvah" demeden "dur" demeyi bilecektir. Umarız geç olmaz...
***
Peki Türkiye bölgede gerçekten süper güç mü oldu.Öncelikle süper güç nedir ona bir bakmak lazım. Süpergüç, uluslararası sistem içerisinde ilk sırada bulunan, dünya çapında olaylara etki edebilen ve güç kullanabilen devlettir. Bu tanımı baz aldığımız vakit AKP dönemi Türkiye'sinin bir süper güç olabileceğini düşünmek gerçekten büyük bir hayalcilik olur. Suriye ile yaşanan son uçak krizi de bir kez daha gösterdi ki, AKP tetikçilerinin "süper güç" söylemleri tam bir balon!
***
Göreve geldiklerinde bitme noktasına gelen terör, yürüttükleri sözde "açılım" özde "ihanet" politikalarının sonucunda soh oh yıl içersinde ortalama yılda 100'ün üzerinde şehit vermişiz. Terör örgütünün sivil hedeflere olan saldırıları zirveye çıkmış, terör örgütünün istekleri TBMM çatısı altında dile getirilir olmuş, terör örgütü liderinin cezasının ev hapsine dönüştürülmesi Başbakan Yardımcısı tarafından tartışmaya açılır olmuş, devlet Oslo'da terör örgütü ile pazarlık masasına oturmuş, terör örgütü ile mücadele eden ve önemli zayiatlar verdiren er, erbaş, subay, astsubay kim varsa içeri tıkılmış ve son olarak da Genel Kurmay Başkanımız çıkıp "Kandil'e girmek için ABD'nin izni alınmalı" demiş. Süper Güç'ün tanımında ne deniliyor "... dünya çapında olaylara etki edebilen ve güç kullanabilen devlettir" AKP Türkiye'si bırakın dünya çapında olaylara müdahale etmeyi daha kendi içindeki olaylara müdahale etmek için bile ABD'den izin alınması gerektiğine inanıyor. Bu nasıl bir süper güçtür!!! Efendim sayın Başbakan Necdet Özel'in bu sözleri karşısında esti gürledi diyeceksiniz belki. Dedi ki "Biz süper güçüz Kandil'e girmek için kimseden izin almayız" Tamam öyle olsun da ne zaman gireceksiniz bu Kandil'e efenim...
***
Türkiye bir de Mavi Marmara vakıası yaşadı. Göz göre göre 9 insanımız ölüme gönderildi ve devletimiz buna göz yumdu. Aslında göz yuman devlet değil AKP iktidarıydı. Mavi Marmara gemisi ve öldürülen 9 can Malatya'ya konuşlandırılan ve İsrail'i İran füzelerinden koruyacak olan Füze Rampaları'na yönelik tepkiler karşısında bir kalkan olarak kullanıldı Mavi Marmara... Hepimiz anımsarız, olay sonrasında tüm AKP sözcüleri ve tetikçileri esip gürlüyordu; "İsrail özür dileyecek, yoksa karışmayız!" Ne oldu sonra!? İsrail özür diledi mi? Hayır! Biz ne yaptık? Karışmadık. Füze Kalkanı Rampa sistemini Malatya'ya yerleştirdik, İsrail'in en büyük korkusu olan İran füzelerinin yolunu kestik. Hani biz süper güç idik. Neden 9 canımızın hesabını soramadık? İsrail'e neden özür diletemedik? Neden o "süper güç"ümüzü kullanmadık!?
***
Son olarak da kurulduğundan bu yana ilk kez bir uçak düşüren Suriye ile yaşanan kriz ortada. Suriye resmi açıklama yapıyor, "Türk uçağını biz düşürdük" diyor. Alenen kabadayılık yapıyorlar. Özür dilemiyorlar. "Hava sahamızı ihlal ettiniz vurduk" diyorlar. Başbakanımız yine açıklama yapıyor "Özür dileyin yoksa karışmam, bizim gazabımız cok kötü olur" Daha öncede duymuştuk bunları. Hiçbir şey de olmamıştı. Belki bu kez dediğini yapabilir AKP. Yani Suriye'ye bir saldırı düzenleyebilir. Çünkü bunu dünyanın süpir gücü ABD istiyor. Dünyanın uyanık abisi İngiltere de istiyor, İsrail de...
***
Bu aziz millet birgün gelecek gerçekleri görecek ve "eyvah" demeden "dur" demeyi bilecektir. Umarız geç olmaz...
24 Haziran 2012 Pazar
Anlayana bir masal: Karga ile Tilki...
Bugün sizlere hemen hemen hepinizin bildiği bir masalı tekrar anlatmak istiyorum. Özellikle Eskişehirspor sevdalılarının bu masalı bir kez daha okumalarını ve 50. Yılda sevdamızı layık olduğu yerlere taşıyabilmemiz için yapılması gerekenleri bu masalın anlattığı "anafikir" doğrultusunda belirlemelerini temenni ederim.
Masalımızın adı "Karga ile Tilki"... Ünlü Fransız şair Jean de La Fontaine'e ait olan bu masalı gelin önce hep birlikte bir kez daha okuyalım:
Bir dala konmuştu karga cenapları;
Ağzında bir parça peynir vardı.
Sayın tilki kokuyu almış olmalı,
Ona nağme yapmaya başladı:
“-Ooo! Karga cenapları, merhaba!
Ne kadar güzelsiniz, ne kadar şirinsiniz!
Gözüm kör olsun yalanım varsa.
Tüyleriniz gibiyse sesiniz,
Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın.”
Keyfinden aklı başından gitti bay karganın.
Göstermek için güzel sesini
Açınca ağzını, düşürdü nevalesini.
Tilki kapıp ona dedi ki: “Efendiciğim,
Size güzel bir ders vereceğim:
Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir,
Bu derse de fazla olmasa gerek bir peynir.”
Karga şaşkın, mahcup, biraz da geç ama,
Yemin etti gayrı faka basmayacağına
Ağzında bir parça peynir vardı.
Sayın tilki kokuyu almış olmalı,
Ona nağme yapmaya başladı:
“-Ooo! Karga cenapları, merhaba!
Ne kadar güzelsiniz, ne kadar şirinsiniz!
Gözüm kör olsun yalanım varsa.
Tüyleriniz gibiyse sesiniz,
Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın.”
Keyfinden aklı başından gitti bay karganın.
Göstermek için güzel sesini
Açınca ağzını, düşürdü nevalesini.
Tilki kapıp ona dedi ki: “Efendiciğim,
Size güzel bir ders vereceğim:
Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir,
Bu derse de fazla olmasa gerek bir peynir.”
Karga şaşkın, mahcup, biraz da geç ama,
Yemin etti gayrı faka basmayacağına
Evet ünlü şairin masalı böyle. Bu kısa metinden bizler çok önemli dersler çıkarmalıyız. Öyle zamanlar yaşanır ki, bazı kişiler hiç de haketmedikleri yerleri, koltukları işgal edebilirler. Ancak durum öyle bir hal almıştır ki, bizler her ne kadar onu haketmediği o koltuktan indirmek için ne kadar kaba kuvvet harcarsak harcayalım onun bulunduğu yere ulaşmamız dahi mümkün olmayabilir. Bu nokta da tilki kadar zekice bir manevra ile, hiç de uğraşmadan kendimizi yormadan, hem ona gereken dersi vermiş hem de işgal altındaki makam ya da mevkiyi ehil kişilere teslim etmiş oluruz.
Eskişehirspor mutlak surette birgün 1965 ruhuna yeniden kavuşacak ve yüreklerimizde yanan ızdırap ateşi yeniden Kara&Kızıl sevda ateşine dönüşecektir...
23 Haziran 2012 Cumartesi
Eskişehirspor 2. Mali Kongresi ve düşündürdükleri...
Eskişehirspor'un 2. Olağan Mali Genel Kurulu, 22 Haziran 2012 tarihinde toplandı. Toplantı sonucunda Halil Ünal başkanlığındaki yönetimin mali tablosu üyelere takdim edildi ve üyelerin "tamamı" tarafından ibra edildi. Yani bizim anlayacağımız şekliyle Halil Ünal ve ekibinin son 1 yıllık icraatları, harcamaları tüm Eskişehirspor üyelerince beğeniliyor ve hesapların düzgün tutulduğu onaylanıyor. Kongre'de hiçbir muhalif ses yok. "Şu harcama neyin nesidir?" "Bu kadar borcu nerden yaptık?", "352 bin 552 lira tutarındaki "diğer giderler" nedir?" gibi soruları soran yok. Eskişehirspor üyeleri bu tür sorulara gerek görmemişler ve yönetimi temize çıkarmışlardır.
***
Yönetimin üyeler tarafından temize çıkarılmasının yanısıra internet ortamında bir araya gelen Eskişehirspor tarafarlarının ise, ortaya konulan Mali tabloya oldukça ağır eleştirileri var. Eskişehirspor sevdalılarınca dillendirilen bu eleştirilerin büyük kısmına bende katılıyorum. Genel Kurul kararı oybirliğiyle alınmış buna kimse ses çıkaramaz. Ancak mevcut mali tabloyu gördüğümüz vakit de kafamızda bazı soru işaretleri oluşuyor. Bu soru işaretlerini düşünce bazında paylaşmak da elbette bizim sevdamıza olan bağlılığımızın getirdiği bir vazifedir.
***
Halil Ünal uzun zamandır yaptığı bir çok konuşmada borçsuz kulüp olmaktan söz ederken birden 7 milyon lira civarında bir borç ile karşılaşıyoruz. Halil Ünal Mali Genel Kurul'da "borçsuz kulüp" söylemini "az borcu olan kulüp" söylemi ile değiştiriyor. Biz kendilerinin bu tür söylem değişikliklerine alışkınız ancak yine bunca borcun Eskişehirspor'un sırtına yıkılmasına da gönlümüz elvermiyor.
***
Mali Genel Kurul sonrasında açıklanan gelir - gider tablosunda oldukça ilginç durumlar var. En çok görmek istediğim kulübe yapılan bağışların gelirler hanesinde görünmemesi. Biz Eskişehirspor sevdalıları olarak ekonomik gücümüzün yeterli olmaması nedeniyle bağış yapamadık. Fakat bu kulübün yönetimine giren, Eskişehirspor Kulübü Yöneticisi sıfatını alan şahıslar bu kulübe hiç mi bağış yapmadılar. O kutlu sıfatı üzerinde taşımanın bir bedeli yok mudur!? Gelen misafirlerin ağırlanması ve kulübün temsil edilmesi masraflarının dahi giderler hanesinde gösterildiği mali tabloda yöneticilerin yaptıkları bağışlar neden yer almıyor. Eskişehirspor Kulübü Yöneticisi sıfatını "bedava"ya mı taşıyor bu insanlar!? Örneğin hemen her ortamda GS'li olmaktan gurur duyduğunu ilan eden türkücü bu kulübe ne kadar bağış yapmıştır. Görevde bulunduğu sürece içerisinde Eskişehirspor'a ne gibi katkıları olmuştur?
***
Eskişehirspor Yöneticiliği bu kadar ucuz olmamalı, olmayacaktır da. Eğer o makama seçilen insanlar hiçbir mali külfete girmeyeceklerse, sadece resmi gelirlerle bu kulüp yönetilecekse bırakın gidin. Eskişehirspor sevdalıları kendi aralarında seçecekleri KARA&KIZIL sevdalı yüreklerle bu kulübü sizlerden çok daha iyi yönetirler. En azından Yüksek Eskişehirspor Bilinci çerçevesinde hareket ederek, barlarda pavyonlarda şarkıcı hanımlara fındık fıstık taarruzunda bulunmazlar.
***
Mali Tablo'da düşündüren noktalardan birisi de "diğer" giderler hanesi. 352.552 TL tutarındaki bir gider kaleminin diğer giderler olarak sunulması hiç de doğru değildir. Bu giderler de diğerleri gibi kalem kalem gösterilmelidir. Dernek yönetimlerinde bu kadar büyük bir meblağ diğer giderler hanesinde "yuvarlanamaz". Bu rakam açılıma muhtaç bir rakamdır. Bizler merak ediyoruz bu "diğer" giderler hanesindeki rakama fındık fıstık ücreti dahil midir!?
***
Bir başka ilginç gider kalemi de "Temsil ve Ağırlama Giderleri"... 381 bin 600 TL tutarındaki bu temsil ve ağırlama giderleri nedir. Ne anlama gelir... Anladığımız şudur; kulübü temsil etmek üzere bir toplantıya katılırsınız, Eskişehir dışında bazı toplantılara katılırsınız, bazı yerlere telgraf çekersiniz, çiçek gönderirsiniz, bir düğünde çeyrek altın takarsınız vs vs. Ağırlama olayı da şöyle olablir; bir TFF temsilcisi gelir, onu misafir edersiniz, konaklamasını sağlarsınız, yedirir içirisiniz. Eskişehir'e gelen misafir takım yöneticilerine centilmenlik gereği bir akşam yemeği ısmarlarsınız. Transfer görüşmeleri için gelen futbolcuyu ağırlarsınız, bir çorbadır, çibörektir, haşhaşlı poğaçadır yedirir içirirsiniz. vs vs... Gelirler hanesinden anladığımız kadarıyla sizler bu kulübe 5 kuruş para vermediğiniz halde bunların parasını bile kulüpten mi alıyorsunuz!? Eğer öyleyse yazıklar olsun bize ki, sizin gibi insanları halen bu kulübün başında tutuyoruz.
***
Kafama takılan bir diğer gider hanesi de "Dergi ilan ve reklam" giderleri. Hangi dergide neyin reklamı yapılmıştır. Eğer böyle bir ilan ve reklam çalışması varsa Eskişehirspor'a faydası ne olmuştur? 313 bin 224 TL tutarındaki bu gider kaleminin ayrıntılarını çok merak ediyorum. Tabii sonuçlarını da çok merak ediyorum.
***
Sonuç olarak baktığımız vakit kafamıza takılan üç kalem mevzunun bedeli yaklaşık 1 milyon lira. Kulüp yöneticilerinin ödemeleri gereken bedelleri de ortaya koyarsak Halil Ünal'ın sözü doğru çıkacak. Kulübümüzün borcu kalmayacak. Taraftara ne kadar pahalı ve kalitesiz olursa olsun özgün ürün alın çağrısı yapan yönetimin bulundukları koltuklarda bu mali tablo sayesinde "beleş" oturduklarını anlamış bulunuyoruz. Bu noktada taraftarımız olayları iyi irdelemeli. İspatı mümkün olmayan suçlamalarla değil, yönetimin açık ve bariz hataları ile mücadele ederek pavyoncu zihniyeti bu kulüpten uzaklaştırmak için var gücüyle çalışmalıdır.
***
Yönetimin üyeler tarafından temize çıkarılmasının yanısıra internet ortamında bir araya gelen Eskişehirspor tarafarlarının ise, ortaya konulan Mali tabloya oldukça ağır eleştirileri var. Eskişehirspor sevdalılarınca dillendirilen bu eleştirilerin büyük kısmına bende katılıyorum. Genel Kurul kararı oybirliğiyle alınmış buna kimse ses çıkaramaz. Ancak mevcut mali tabloyu gördüğümüz vakit de kafamızda bazı soru işaretleri oluşuyor. Bu soru işaretlerini düşünce bazında paylaşmak da elbette bizim sevdamıza olan bağlılığımızın getirdiği bir vazifedir.
***
Halil Ünal uzun zamandır yaptığı bir çok konuşmada borçsuz kulüp olmaktan söz ederken birden 7 milyon lira civarında bir borç ile karşılaşıyoruz. Halil Ünal Mali Genel Kurul'da "borçsuz kulüp" söylemini "az borcu olan kulüp" söylemi ile değiştiriyor. Biz kendilerinin bu tür söylem değişikliklerine alışkınız ancak yine bunca borcun Eskişehirspor'un sırtına yıkılmasına da gönlümüz elvermiyor.
***
Mali Genel Kurul sonrasında açıklanan gelir - gider tablosunda oldukça ilginç durumlar var. En çok görmek istediğim kulübe yapılan bağışların gelirler hanesinde görünmemesi. Biz Eskişehirspor sevdalıları olarak ekonomik gücümüzün yeterli olmaması nedeniyle bağış yapamadık. Fakat bu kulübün yönetimine giren, Eskişehirspor Kulübü Yöneticisi sıfatını alan şahıslar bu kulübe hiç mi bağış yapmadılar. O kutlu sıfatı üzerinde taşımanın bir bedeli yok mudur!? Gelen misafirlerin ağırlanması ve kulübün temsil edilmesi masraflarının dahi giderler hanesinde gösterildiği mali tabloda yöneticilerin yaptıkları bağışlar neden yer almıyor. Eskişehirspor Kulübü Yöneticisi sıfatını "bedava"ya mı taşıyor bu insanlar!? Örneğin hemen her ortamda GS'li olmaktan gurur duyduğunu ilan eden türkücü bu kulübe ne kadar bağış yapmıştır. Görevde bulunduğu sürece içerisinde Eskişehirspor'a ne gibi katkıları olmuştur?
***
Eskişehirspor Yöneticiliği bu kadar ucuz olmamalı, olmayacaktır da. Eğer o makama seçilen insanlar hiçbir mali külfete girmeyeceklerse, sadece resmi gelirlerle bu kulüp yönetilecekse bırakın gidin. Eskişehirspor sevdalıları kendi aralarında seçecekleri KARA&KIZIL sevdalı yüreklerle bu kulübü sizlerden çok daha iyi yönetirler. En azından Yüksek Eskişehirspor Bilinci çerçevesinde hareket ederek, barlarda pavyonlarda şarkıcı hanımlara fındık fıstık taarruzunda bulunmazlar.
***
Mali Tablo'da düşündüren noktalardan birisi de "diğer" giderler hanesi. 352.552 TL tutarındaki bir gider kaleminin diğer giderler olarak sunulması hiç de doğru değildir. Bu giderler de diğerleri gibi kalem kalem gösterilmelidir. Dernek yönetimlerinde bu kadar büyük bir meblağ diğer giderler hanesinde "yuvarlanamaz". Bu rakam açılıma muhtaç bir rakamdır. Bizler merak ediyoruz bu "diğer" giderler hanesindeki rakama fındık fıstık ücreti dahil midir!?
***
Bir başka ilginç gider kalemi de "Temsil ve Ağırlama Giderleri"... 381 bin 600 TL tutarındaki bu temsil ve ağırlama giderleri nedir. Ne anlama gelir... Anladığımız şudur; kulübü temsil etmek üzere bir toplantıya katılırsınız, Eskişehir dışında bazı toplantılara katılırsınız, bazı yerlere telgraf çekersiniz, çiçek gönderirsiniz, bir düğünde çeyrek altın takarsınız vs vs. Ağırlama olayı da şöyle olablir; bir TFF temsilcisi gelir, onu misafir edersiniz, konaklamasını sağlarsınız, yedirir içirisiniz. Eskişehir'e gelen misafir takım yöneticilerine centilmenlik gereği bir akşam yemeği ısmarlarsınız. Transfer görüşmeleri için gelen futbolcuyu ağırlarsınız, bir çorbadır, çibörektir, haşhaşlı poğaçadır yedirir içirirsiniz. vs vs... Gelirler hanesinden anladığımız kadarıyla sizler bu kulübe 5 kuruş para vermediğiniz halde bunların parasını bile kulüpten mi alıyorsunuz!? Eğer öyleyse yazıklar olsun bize ki, sizin gibi insanları halen bu kulübün başında tutuyoruz.
***
Kafama takılan bir diğer gider hanesi de "Dergi ilan ve reklam" giderleri. Hangi dergide neyin reklamı yapılmıştır. Eğer böyle bir ilan ve reklam çalışması varsa Eskişehirspor'a faydası ne olmuştur? 313 bin 224 TL tutarındaki bu gider kaleminin ayrıntılarını çok merak ediyorum. Tabii sonuçlarını da çok merak ediyorum.
***
Sonuç olarak baktığımız vakit kafamıza takılan üç kalem mevzunun bedeli yaklaşık 1 milyon lira. Kulüp yöneticilerinin ödemeleri gereken bedelleri de ortaya koyarsak Halil Ünal'ın sözü doğru çıkacak. Kulübümüzün borcu kalmayacak. Taraftara ne kadar pahalı ve kalitesiz olursa olsun özgün ürün alın çağrısı yapan yönetimin bulundukları koltuklarda bu mali tablo sayesinde "beleş" oturduklarını anlamış bulunuyoruz. Bu noktada taraftarımız olayları iyi irdelemeli. İspatı mümkün olmayan suçlamalarla değil, yönetimin açık ve bariz hataları ile mücadele ederek pavyoncu zihniyeti bu kulüpten uzaklaştırmak için var gücüyle çalışmalıdır.
22 Haziran 2012 Cuma
Nagehan Alçı Şehit haberlerine "SANSÜR" istedi
AKP hükümetinin en önemli projelerinden biri olan ve pkk terör örgütüne verilen tavizlerle yürütülen "Açılım" projesi ile "İleri Demokrasi" projesinin en önemli tetikçilerinden biri olan Nagehan Alçı şehit haberlerinin ve Ordu'nun yaptığı operasyon haberlerine "YASAK" getirilmesini istedi. 21 Haziran akşamı CNNTÜRK televizyonunda Dört Bir Taraf adlı programda konuşan tetikçi Nagehan medya'nın Dağlıca türü saldırılar sonrasında büyük fotoğraflar yayınlayarak haberler yapmasının pkk'nin reklamını yaptığını belirterek bu tür haberlerin mutlaka yasaklanması gerektiğini söyledi
***
Hükümet zaten kısmi bir sansür uyguluyor bu tür haberlere. Şehit cenazelerinde halkın bulunduğu bölümler hiçbir tv kanalında gösterilmiyor. Sadece bürokratik tören kısmı ya da Cenaze Namazı kısmı gösteriliyor. Anaların, babaların feryatları, vatandaşın infiali ekranlara ya da sütunlara taşınmıyor artık. Hükümet bu tür haberlerden büyük rahatsızlık duyuyor. Bu rahatsızlığı sebebi de bu tür saldırılar sonrasında yapılan anketlerde AKP'nin önemli oranda oy kaybediyor olmasıdır. Yoksa pkk'nin reklamı falan kimsenin umurunda değil. Ülkedeki terör sorununu, Kürt Sorunu olarak adlandıran kendileri pkk'nin reklamını yapmıyor da şehit haberleri ve ordumuzun karşı operasyonları mı terör örgütünün reklamını yapıyor. Dağlıca saldırısından sonra "Sayıca fazlaydılar, üstelik silahları da vardı" sözleriyle Başbabakan Yardımcısı Bülent Arınç hem ordumuzu küçük düşürürken hem de pkk'nin reklamını yapmıyor muydu!? AKP tetikçisi Nagehan Alçı sayın Arınç'ın bu sözlerine karşı neden sessiz kaldı acaba?
***
Bir taraftan ileri demokrasi çığırtkanlığı yapacaksınız bir taraftan basına sansür isteyeceksiniz. Bir taraftan özgürlükten bahsedeceksiniz bir taraftan da toplumsal direncin dinamik gücü olan üniversite öğrencilerinin açtıkları pankartlar yüzünden kodese tıkılmasına sessiz kalacaksınız. Bu nasıl bir ileri demokrasi anlayışıdır, anlamak mümkün değil. Basın kuruluşlarının şehit haberlerini büyük boy fotoğraflarla ve tam sayfa olarak vermesinin Pkk'nın reklamını yapmak ve örgüte destek olmak anlamına geldiğini söyleyen tetikçi Nagehan'a sormak gerekli: "Ey Nagehan Alçı, tetikçiliğini yaptığınız hükümet sigaraya yaptığı aşırı zamlarla hangi terör örgütünün ekmeğine yağ sürdü!?... Yapılan zamlar sonrasında zirve yapan sigara kaçakçılığında pastayı kimler nasıl bölüştüler!? Sigara'ya yapılan zammın sadece halkın sağlığının düşünülerek yapıldığına gerçekten inanıyor musunuz!"
***
Nagehan'ın dün (21 haziran 2012) CNNTÜRK'te yaptığı konuşma bunların gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koymuştur. Halkımız artık uyanmalı. CHP ve MHP Halkımıza gerçekleri anlatabilmek için daha etkin çalışmalar yapmalı. Her iki parti de ilçe teşkilatlarından genel merkez yapılanmalarına kadar her noktasında devam eden iç çekişmeleri bir yana bırakıp halkın sorunlarıyla ilgilenmeli ve kendi iç dünyalarından çıkarak halkın arasına katılmalıdırlar. Şu gerçeği unutmamak gerekir ki, AKP'ye oy veren yaklaşık %20'lik bir kesim AKP'nin icraatlarını beğenmemekle birlikte alternatif göremedikleri için bu partiye oy vermektedirler.
***
Hükümet zaten kısmi bir sansür uyguluyor bu tür haberlere. Şehit cenazelerinde halkın bulunduğu bölümler hiçbir tv kanalında gösterilmiyor. Sadece bürokratik tören kısmı ya da Cenaze Namazı kısmı gösteriliyor. Anaların, babaların feryatları, vatandaşın infiali ekranlara ya da sütunlara taşınmıyor artık. Hükümet bu tür haberlerden büyük rahatsızlık duyuyor. Bu rahatsızlığı sebebi de bu tür saldırılar sonrasında yapılan anketlerde AKP'nin önemli oranda oy kaybediyor olmasıdır. Yoksa pkk'nin reklamı falan kimsenin umurunda değil. Ülkedeki terör sorununu, Kürt Sorunu olarak adlandıran kendileri pkk'nin reklamını yapmıyor da şehit haberleri ve ordumuzun karşı operasyonları mı terör örgütünün reklamını yapıyor. Dağlıca saldırısından sonra "Sayıca fazlaydılar, üstelik silahları da vardı" sözleriyle Başbabakan Yardımcısı Bülent Arınç hem ordumuzu küçük düşürürken hem de pkk'nin reklamını yapmıyor muydu!? AKP tetikçisi Nagehan Alçı sayın Arınç'ın bu sözlerine karşı neden sessiz kaldı acaba?
***
Bir taraftan ileri demokrasi çığırtkanlığı yapacaksınız bir taraftan basına sansür isteyeceksiniz. Bir taraftan özgürlükten bahsedeceksiniz bir taraftan da toplumsal direncin dinamik gücü olan üniversite öğrencilerinin açtıkları pankartlar yüzünden kodese tıkılmasına sessiz kalacaksınız. Bu nasıl bir ileri demokrasi anlayışıdır, anlamak mümkün değil. Basın kuruluşlarının şehit haberlerini büyük boy fotoğraflarla ve tam sayfa olarak vermesinin Pkk'nın reklamını yapmak ve örgüte destek olmak anlamına geldiğini söyleyen tetikçi Nagehan'a sormak gerekli: "Ey Nagehan Alçı, tetikçiliğini yaptığınız hükümet sigaraya yaptığı aşırı zamlarla hangi terör örgütünün ekmeğine yağ sürdü!?... Yapılan zamlar sonrasında zirve yapan sigara kaçakçılığında pastayı kimler nasıl bölüştüler!? Sigara'ya yapılan zammın sadece halkın sağlığının düşünülerek yapıldığına gerçekten inanıyor musunuz!"
***
Nagehan'ın dün (21 haziran 2012) CNNTÜRK'te yaptığı konuşma bunların gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koymuştur. Halkımız artık uyanmalı. CHP ve MHP Halkımıza gerçekleri anlatabilmek için daha etkin çalışmalar yapmalı. Her iki parti de ilçe teşkilatlarından genel merkez yapılanmalarına kadar her noktasında devam eden iç çekişmeleri bir yana bırakıp halkın sorunlarıyla ilgilenmeli ve kendi iç dünyalarından çıkarak halkın arasına katılmalıdırlar. Şu gerçeği unutmamak gerekir ki, AKP'ye oy veren yaklaşık %20'lik bir kesim AKP'nin icraatlarını beğenmemekle birlikte alternatif göremedikleri için bu partiye oy vermektedirler.
21 Haziran 2012 Perşembe
Uludere ve Dağlıca...
Kısa aralıklarla meydana gelen iki olay. Uludere bombalaması ve Dağlıca katliamı. İki olayı karşılaştırmak aklımın ucundan bile geçmezdi. Uludere'de yaşananları millet olarak henüz tam anlamıyla öğrenemedik. Halen tartışmaya devam ediyoruz. Fakat ortada bazı gerçekler var. Uludere'de ölenlerin kaçakçı oldukları söyleniyor. Masum vatandaş olmasalar da böylesi bir saldırıya kesinlikle ve kesinlikle maruz kalmamaları gereken bir konumdalar. Yani sıradan suç işleyen vatandaşlarımızdan birileriydi onlar. Devlet de bunu kabul ederek "özür" diledi ve yüklü bir tazminat ödedi ölenlerin yakınlarına. Elbette bunlarda yetmedi. Başta "dindar" gazeteci ve yazarlar olmak üzere bugün bile gazetelerde ve televizyon programlarında Uludere'nin faillerinin bulunması tartışılıyor. Herkes hafiyeliğe soyundu Uludere'nin faillerini arıyor. Sanatçılar, yazarlar, ölenlerin yakınları ile birlik olup gösterilere katıldılar, eylemler yaptılar. Failler bir türlü bulunamadı. Emri veren kimdi, istihbaratı veren kimdi bir türlü çözemedik. Bundan sonra da çözülmesi mümkün değil gibi görünüyor. Çünkü bu hengame arasında AKP bir yasa hazırladı ve "Devlet Sırları"nın ne olduğunu belirleme yetkisini sadece başbakan'a verdi. Başbakan bu devlet sırrıdır dediği vakit olay bitmiştir.
***
Uludere tartışmaları sürerken terör örgütünün küçük çaplı saldırıları sonucunda birer ikişer askerimiz, polisimiz şehit oldu. Şehitlerin sayısı az olunca kimse umursamıyor zaten. TV'ler 45 saniyelik haber olarak, gazeteler ise, tek sütunluk haber olarak görüyor 1-2 şehit olduğu vakit. Bu arada terör örgütü geniş çaplı saldırı gerçekleşmediği için aziz milletimiz de bu uyutma taktiğine yenildi. Başbakan Yardımcı Bülent Arınç'ın "Abdullah Öcalan'ın ev hapsinde tutulması konusu tartışılmalıdır" açıklaması hiç tepki almadı. AKP tarafından sessiz sedasız çıkartılan yasa ile terör örgütü liderlerine "sayın" denilmesi de suç olmaktan çıkartıldı. MHP Lideri Bahçeli'nin "Devlet terör örgütü ile pazarlık yapıyor" şeklindeki iddiasına seçim meydanlarında "Bunu ispat etmeyen şerefsizdir" diyen Başbakan, Oslo görüşmeleri ortaya çıktıktan sonra çok sıkça eleştirmeye başladığı Süleyman Demirel'in "dün dündür bugün bugündür" sözlerinin arkasına sığındı.
***
Dağlıca'da yüzlerce terör örgütü mensubu tarafından yapılan saldırı sonucunda 8 askerimiz şehit düştü. Sayı fazla olunca gazete ve tvler, milletin gazını almak için olmalı ki, geniş yer verdiler haber bültenlerinde ve sütunlarında. Askerlerimizin acıklı hikayeleri ortaya çıktı. Başbakan her zaman olduğu gibi askerlerimizin şehit olmasını umursamadan yurtdışı gezisine çıktı. Yardımıcısı Bülent Arınç açıklama yaptı: "Sayıları bizden fazlaydı üstelik de silahları vardı" İşte Dağlıca şehitleri için devletin tepesindeki isimlerden biri bu "aciz" açıklamayı yapıyor. Ordumuzu, askerimizi teröristler karşısında kim bu kadar küçük düşürebilir ki!? MHP ve CHP gibi muhalefet partileri bu sözlerinden dolayı Arınç'ı mahkemeye vermeliler. Halkımız ile alay edercesine bu açıklamayı yapan ve hükümetin en üst kademesindekilerden biri olan bir zat nasıl olur da böylesine talihsiz bir açıklama yapar!?
***
Aradan iki gün geçti. TV kanallarında Dağlıca saldırısı konuşuluyor. Dağlıca saldırısının sebepleri, terör örgütünün vermek istediği mesajlar konuşuluyor. Hiç kimse şehit olan ve yaralanan Mehmetçikleri konuşmuyor. Bir dindar aydın çıkıp "Mehmetçiklerimizin hakkını arayacağız" açıklaması yapmıyor. Sanatçılar olayın yaşandığı karakola gidip sağ kalan askerlerimize moral desteği vermeyi düşünmüyor bile. Milletvekillerimiz de yoklar ortada. Mehmetçiklerin anaları babaları, kardeşleri ağabeyleri, yavukluları, eşleri, nişanlıları tv ekranlarına ya da gazete sütunlarına çıkamıyorlar. Devlet onların ailesinden özür dilemiyor en azından Uludere'de öldürülenlerin ailesine verildiği kadar bile tazminat veremiyor. Çünkü onlar Mehmetçik. Başbakanımızın tabiriyle "kelle"... Çünkü orası Uludere değil. Dağlıca... Yani asker ocağı. Başbakanımızın tabiriyle "orası yan gelip yatma yeri değil"...
***
Başbakanımız doğru söylüyor. Asker ocağı yan gelip yatma yeri değildir. Her birimiz ve her birimizin evladı bu cennet vatan için bu görevi yapacak gerekirse canını verecek. Amenna! Fakat bir şey takılıyor kafamıza. Acaba sayın Başbakanımızın oğlu nerede yan gelip yattı....
***
Uludere tartışmaları sürerken terör örgütünün küçük çaplı saldırıları sonucunda birer ikişer askerimiz, polisimiz şehit oldu. Şehitlerin sayısı az olunca kimse umursamıyor zaten. TV'ler 45 saniyelik haber olarak, gazeteler ise, tek sütunluk haber olarak görüyor 1-2 şehit olduğu vakit. Bu arada terör örgütü geniş çaplı saldırı gerçekleşmediği için aziz milletimiz de bu uyutma taktiğine yenildi. Başbakan Yardımcı Bülent Arınç'ın "Abdullah Öcalan'ın ev hapsinde tutulması konusu tartışılmalıdır" açıklaması hiç tepki almadı. AKP tarafından sessiz sedasız çıkartılan yasa ile terör örgütü liderlerine "sayın" denilmesi de suç olmaktan çıkartıldı. MHP Lideri Bahçeli'nin "Devlet terör örgütü ile pazarlık yapıyor" şeklindeki iddiasına seçim meydanlarında "Bunu ispat etmeyen şerefsizdir" diyen Başbakan, Oslo görüşmeleri ortaya çıktıktan sonra çok sıkça eleştirmeye başladığı Süleyman Demirel'in "dün dündür bugün bugündür" sözlerinin arkasına sığındı.
***
Dağlıca'da yüzlerce terör örgütü mensubu tarafından yapılan saldırı sonucunda 8 askerimiz şehit düştü. Sayı fazla olunca gazete ve tvler, milletin gazını almak için olmalı ki, geniş yer verdiler haber bültenlerinde ve sütunlarında. Askerlerimizin acıklı hikayeleri ortaya çıktı. Başbakan her zaman olduğu gibi askerlerimizin şehit olmasını umursamadan yurtdışı gezisine çıktı. Yardımıcısı Bülent Arınç açıklama yaptı: "Sayıları bizden fazlaydı üstelik de silahları vardı" İşte Dağlıca şehitleri için devletin tepesindeki isimlerden biri bu "aciz" açıklamayı yapıyor. Ordumuzu, askerimizi teröristler karşısında kim bu kadar küçük düşürebilir ki!? MHP ve CHP gibi muhalefet partileri bu sözlerinden dolayı Arınç'ı mahkemeye vermeliler. Halkımız ile alay edercesine bu açıklamayı yapan ve hükümetin en üst kademesindekilerden biri olan bir zat nasıl olur da böylesine talihsiz bir açıklama yapar!?
***
Aradan iki gün geçti. TV kanallarında Dağlıca saldırısı konuşuluyor. Dağlıca saldırısının sebepleri, terör örgütünün vermek istediği mesajlar konuşuluyor. Hiç kimse şehit olan ve yaralanan Mehmetçikleri konuşmuyor. Bir dindar aydın çıkıp "Mehmetçiklerimizin hakkını arayacağız" açıklaması yapmıyor. Sanatçılar olayın yaşandığı karakola gidip sağ kalan askerlerimize moral desteği vermeyi düşünmüyor bile. Milletvekillerimiz de yoklar ortada. Mehmetçiklerin anaları babaları, kardeşleri ağabeyleri, yavukluları, eşleri, nişanlıları tv ekranlarına ya da gazete sütunlarına çıkamıyorlar. Devlet onların ailesinden özür dilemiyor en azından Uludere'de öldürülenlerin ailesine verildiği kadar bile tazminat veremiyor. Çünkü onlar Mehmetçik. Başbakanımızın tabiriyle "kelle"... Çünkü orası Uludere değil. Dağlıca... Yani asker ocağı. Başbakanımızın tabiriyle "orası yan gelip yatma yeri değil"...
***
Başbakanımız doğru söylüyor. Asker ocağı yan gelip yatma yeri değildir. Her birimiz ve her birimizin evladı bu cennet vatan için bu görevi yapacak gerekirse canını verecek. Amenna! Fakat bir şey takılıyor kafamıza. Acaba sayın Başbakanımızın oğlu nerede yan gelip yattı....
Polis nereye koşuyor....
Geçtiğimiz günlerde internete düşen bir amatör video hepimizin kanını dondurdu. Daha önce de benzer bir görüntü yayınlanmıştı internet üzerinde. İki görüntüye baktığımız vakit ikisinde de insanın kanını donduracak dayak olayları var. İzmir'deki olayda bir kadının polisler tarafından nasıl acımasızca dövüldüğünü hepimiz izledik. Yeni ortaya çıkan görüntülerde ise, bu kez dayak yiyen bir erkek. Çocuğunun gözleri önünde polisten meydan dayağı yiyen bir baba. Karısının çığlıkları arasında öldüresiye dövülen bir koca...
***
Televizyon ve gazeteler her iki olayı da sıradan bir haber niteliğinde gördü en fazla iki gündemde kaldı ve polisler hakkında soruşturma başlatıldığı sonucuyla halkın gündeminden kalktı her iki olayda. Peki o dayak yiyen insanlar bir BDP'li ya da bir Pkk sempatizanı olsaydı, ya da başka bir yasa dışı örgüt mensubu olsaydı bu kadar kısa süre de gündemden düşer miydi? Elbette mümkün değil. İnsan Hakları savunucuları başta olmak üzere, gazeteciler, yorumcular günlerce haftalarca aylarca belki de yıllarca konuyu gündemde tutarlardı. Fakat söz konusu olan sıradan bir vatandaş olunca kimsenin umurunda bile olmuyor. Yani efendim anlayacağınız vatandaş tamamen sahipsiz...
***
Polis'in İstanbul - Fatih'te trafikte yol verme yüzünden bir adamı karısı ve çocukları önünde öldüresiye dövdüklerini öğrenince Polis'ten iyice korkmaya başladım. Eminim benim gibi bir çok vatandaşımız da aynı korkuyu yaşamışlardır. Çünkü son zamanlarda Polis'in tutumu özellikle sıradan vatandaşa karşı muazzam derecede değişti. Fatih'te yaşanan olay bir çoğumuzun başına gelmiyorsa, biz vatandaşların alttan almasındandır. Belki de bunun gibi bir çok olay oluyor fakat basına yansımıyor. Cadde sokak neresi olursa olsun polis araçları hem aşırı sürat yapıyor hem de ters yöne giriyor... Ters yöne girdikleri yetmiyormuş gibi kendilerine yol vermeyen ve trafiğin normal seyrinde araç kullanan vatandaşlar eğer kendilerine mırın kırın ederlerse etmediklerini koymuyorlar. Hele ki o motorlu polisler yok mu, tam bir dehşet. Her yerde vızır vızır dolaşıyorlar. Geçtiğimiz günlerde elimde alış veriş poşetleri ile eve doğru gidiyorum. İki yanımda iki motosiklet yanaştı. Sanki azılı bir suçlu yakalamış gibi, bir anda etrafımı sardılar. Hepsi genç, güneş gözlüklü ve küstah. İçlerinden birisi gözlüklerini düzelterek "Dayı kimliğini bi çıkar bakalım, sende kesin bi numara vardır" dedi. Bu hitap tarzı karşısında bir anda kan tepeme çıktı. Kendisine cevap verdim: "Bak kardeşim sen bana bu şekilde hitap edemezsin. Ben 20 yıllık esnafım ve vergi ödüyorum. Sen de benim ödediğim vergilerden maaşını alıyorsun. Bana kimlik soracaksan Beyefendi rica etsem kimliğinizi verir misiniz şeklinde hitap edersin" dedim. Bu kez bir diğeri; "Aloo dayı uzatma da ver şu kimliğini" dedi. İyice kan tepeme çıktı. Fakat elden bir şey gelmiyor. kendi kendime "efendi çeneni tut ver kimliğini baksınlar git evine" dedim ve öyle yaptım. Kimliğimi verdim. GBT araştırmasını yapıp geri verdiler ve ben de evime doğru yürümeye devam ettim. Bu görüntüleri izleyince iyi ki "hakkımı" aramaya kalkışmamışım dedim. Yoksa bende bir araba sopa yiyecekmişim...
***
AKP bir an önce ülkeyi yapay gündemlerden çıkarıp gerçeklerle yüzleşmelidir. AKP geçmişten intikam alma peşinde koşmaktan ülkeyi yönetmeyi unutuyor. Askere balans ayarı çekmeye kalkışırken Polis teşkilatı vatandaşına karşı sokak kabadayılığı yapmaya başlıyor. Bu tür olaylar "açığa alındılar, soruşturma başlatıldı" gibi safsatalarla örtbas edildikçe bu kabadayılık daha da ileri boyutlara varacaktır...
***
Televizyon ve gazeteler her iki olayı da sıradan bir haber niteliğinde gördü en fazla iki gündemde kaldı ve polisler hakkında soruşturma başlatıldığı sonucuyla halkın gündeminden kalktı her iki olayda. Peki o dayak yiyen insanlar bir BDP'li ya da bir Pkk sempatizanı olsaydı, ya da başka bir yasa dışı örgüt mensubu olsaydı bu kadar kısa süre de gündemden düşer miydi? Elbette mümkün değil. İnsan Hakları savunucuları başta olmak üzere, gazeteciler, yorumcular günlerce haftalarca aylarca belki de yıllarca konuyu gündemde tutarlardı. Fakat söz konusu olan sıradan bir vatandaş olunca kimsenin umurunda bile olmuyor. Yani efendim anlayacağınız vatandaş tamamen sahipsiz...
***
Polis'in İstanbul - Fatih'te trafikte yol verme yüzünden bir adamı karısı ve çocukları önünde öldüresiye dövdüklerini öğrenince Polis'ten iyice korkmaya başladım. Eminim benim gibi bir çok vatandaşımız da aynı korkuyu yaşamışlardır. Çünkü son zamanlarda Polis'in tutumu özellikle sıradan vatandaşa karşı muazzam derecede değişti. Fatih'te yaşanan olay bir çoğumuzun başına gelmiyorsa, biz vatandaşların alttan almasındandır. Belki de bunun gibi bir çok olay oluyor fakat basına yansımıyor. Cadde sokak neresi olursa olsun polis araçları hem aşırı sürat yapıyor hem de ters yöne giriyor... Ters yöne girdikleri yetmiyormuş gibi kendilerine yol vermeyen ve trafiğin normal seyrinde araç kullanan vatandaşlar eğer kendilerine mırın kırın ederlerse etmediklerini koymuyorlar. Hele ki o motorlu polisler yok mu, tam bir dehşet. Her yerde vızır vızır dolaşıyorlar. Geçtiğimiz günlerde elimde alış veriş poşetleri ile eve doğru gidiyorum. İki yanımda iki motosiklet yanaştı. Sanki azılı bir suçlu yakalamış gibi, bir anda etrafımı sardılar. Hepsi genç, güneş gözlüklü ve küstah. İçlerinden birisi gözlüklerini düzelterek "Dayı kimliğini bi çıkar bakalım, sende kesin bi numara vardır" dedi. Bu hitap tarzı karşısında bir anda kan tepeme çıktı. Kendisine cevap verdim: "Bak kardeşim sen bana bu şekilde hitap edemezsin. Ben 20 yıllık esnafım ve vergi ödüyorum. Sen de benim ödediğim vergilerden maaşını alıyorsun. Bana kimlik soracaksan Beyefendi rica etsem kimliğinizi verir misiniz şeklinde hitap edersin" dedim. Bu kez bir diğeri; "Aloo dayı uzatma da ver şu kimliğini" dedi. İyice kan tepeme çıktı. Fakat elden bir şey gelmiyor. kendi kendime "efendi çeneni tut ver kimliğini baksınlar git evine" dedim ve öyle yaptım. Kimliğimi verdim. GBT araştırmasını yapıp geri verdiler ve ben de evime doğru yürümeye devam ettim. Bu görüntüleri izleyince iyi ki "hakkımı" aramaya kalkışmamışım dedim. Yoksa bende bir araba sopa yiyecekmişim...
***
AKP bir an önce ülkeyi yapay gündemlerden çıkarıp gerçeklerle yüzleşmelidir. AKP geçmişten intikam alma peşinde koşmaktan ülkeyi yönetmeyi unutuyor. Askere balans ayarı çekmeye kalkışırken Polis teşkilatı vatandaşına karşı sokak kabadayılığı yapmaya başlıyor. Bu tür olaylar "açığa alındılar, soruşturma başlatıldı" gibi safsatalarla örtbas edildikçe bu kabadayılık daha da ileri boyutlara varacaktır...
19 Haziran 2012 Salı
Türkiye'de bir takım tutulur, Bir de Eskişehirspor'a sevdalanılır...
Eskişehirspor....
Biz Eskişehirsporlular için SEVDA ile eş anlamlıdır, bir çoğu için bir futbol takımı olan bu isim.
Eskişehirspor'un "E" harfini görsek uzaklardan, dizlerimiz titrer... "E"nin yanına "S"de geldiyse yüreğimiz yerinden fırlayacak gibi olur. Kırmızı'yı severiz, yanına Siyah'tan başkasını yaklaştırmayız. İkisini bir arada görürsek, tüm borçlarını ödemiş müflis işadamı gibi rahatlarız. Nerdeyse "serhoş" oluruz. Öylesine yani bir hoş oluruz ki, sormayın gitsin...
***
"Eskişehir'de bir fabrika kurar gibi Eskişehirspor'u kuracağız" sözleriyle Eskişehirspor'un temellerini atan ve kurucu başkanımız olan merhum Dr. Aziz Bolel önderimizdir. Kuruluşta görev alan büyüklerimiz "kahramanlarımız". Kurulduğu yıl bir üst lige terfi eden dünyanın iki takımından biri olma özelliğini ülkemize kazandıran o takımın oyuncuları da yürekli neferlerimiz... Biz onlarla ayrı havalardayız. Ne Eskişehirspor bir futbol takımı, ne de biz o futbol takımının taraftarlarıyız...
***
Her maç öncesinde biz her zaman kazanırız. Barcelona'ya fark atar, Real Madrid'i sahadan sileriz. Maçtan sonra İçel Mezitli'den 7 yeriz. Ama biz en çok da o yenilgilerimizi severiz. Hüzünlerimize sevdalıyız. Hani karadır ya hüznün rengi. Sırf yanında Kırmızı var diye o hüzünleri severiz en çok.... Bizim için deplasman yoktur. Binlerce sevdalı yürek toplanır gideriz en uzak deplasmanlara, bazılarının şampiyonluk maçında olamadığı kadar çok oluruz oralarda, ama "bize her yer Eskişehir" diyerek basitleştirmeyiz sevdamızı. Çünkü Eskişehirspor bir Eskişehir takımı değil, bir dünya takımıdır. Kurulduğu yıl, Eskişehir'in sınırlarını aşıp ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılmış ESES sevdası.... Antalya'dan Samsun'a, Edirne'den Kars'a...
***
Vefa'yı İstanbul'da öğrenmedik biz. 1965'te bu sevdanın ateşine yandığımız gün öğrendik vefalı olmayı. Yüreklerimize bu kara&kızıl sevdayı nakış gibi işleyenlere, kara&kızıl renklere, o kutlu formaya, sevdamızın simgesi armaya vefalı olmayı Eskişehirspor'un doğduğu gün öğrendik biz. Takım tutanlara inat biz sadece sevdalandık Eskişehirspor'umuza. Takım tutanlara da şunu öğrettik çok şükür:
Türkiye'de bir takım tutulur, bir de ESKİŞEHİRSPOR'a sevdalanılır....
Doğum günün kutlu olsun sevgilim...
Biz Eskişehirsporlular için SEVDA ile eş anlamlıdır, bir çoğu için bir futbol takımı olan bu isim.
Eskişehirspor'un "E" harfini görsek uzaklardan, dizlerimiz titrer... "E"nin yanına "S"de geldiyse yüreğimiz yerinden fırlayacak gibi olur. Kırmızı'yı severiz, yanına Siyah'tan başkasını yaklaştırmayız. İkisini bir arada görürsek, tüm borçlarını ödemiş müflis işadamı gibi rahatlarız. Nerdeyse "serhoş" oluruz. Öylesine yani bir hoş oluruz ki, sormayın gitsin...
***
"Eskişehir'de bir fabrika kurar gibi Eskişehirspor'u kuracağız" sözleriyle Eskişehirspor'un temellerini atan ve kurucu başkanımız olan merhum Dr. Aziz Bolel önderimizdir. Kuruluşta görev alan büyüklerimiz "kahramanlarımız". Kurulduğu yıl bir üst lige terfi eden dünyanın iki takımından biri olma özelliğini ülkemize kazandıran o takımın oyuncuları da yürekli neferlerimiz... Biz onlarla ayrı havalardayız. Ne Eskişehirspor bir futbol takımı, ne de biz o futbol takımının taraftarlarıyız...
***
Her maç öncesinde biz her zaman kazanırız. Barcelona'ya fark atar, Real Madrid'i sahadan sileriz. Maçtan sonra İçel Mezitli'den 7 yeriz. Ama biz en çok da o yenilgilerimizi severiz. Hüzünlerimize sevdalıyız. Hani karadır ya hüznün rengi. Sırf yanında Kırmızı var diye o hüzünleri severiz en çok.... Bizim için deplasman yoktur. Binlerce sevdalı yürek toplanır gideriz en uzak deplasmanlara, bazılarının şampiyonluk maçında olamadığı kadar çok oluruz oralarda, ama "bize her yer Eskişehir" diyerek basitleştirmeyiz sevdamızı. Çünkü Eskişehirspor bir Eskişehir takımı değil, bir dünya takımıdır. Kurulduğu yıl, Eskişehir'in sınırlarını aşıp ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılmış ESES sevdası.... Antalya'dan Samsun'a, Edirne'den Kars'a...
***
Vefa'yı İstanbul'da öğrenmedik biz. 1965'te bu sevdanın ateşine yandığımız gün öğrendik vefalı olmayı. Yüreklerimize bu kara&kızıl sevdayı nakış gibi işleyenlere, kara&kızıl renklere, o kutlu formaya, sevdamızın simgesi armaya vefalı olmayı Eskişehirspor'un doğduğu gün öğrendik biz. Takım tutanlara inat biz sadece sevdalandık Eskişehirspor'umuza. Takım tutanlara da şunu öğrettik çok şükür:
Türkiye'de bir takım tutulur, bir de ESKİŞEHİRSPOR'a sevdalanılır....
Doğum günün kutlu olsun sevgilim...
17 Haziran 2012 Pazar
İyi adamlar...
İyi adamlar çok sevililirler...
Fakir babasıdır onlar...
Daha da öte dert babası...
İyi adamsanız;
Yemezsiniz, yedirirsiniz...
İyi adamsanız,
Giymezsiniz giydirirsiniz...
İyi adamsanız;
Aslında siz ahalinin gözünde "enayi"sinizdir...
***
İyi adamlar çok fazla değildirler,
Herkes derdi kederi olunca onlara koşarlar, fakat dertleri olmayınca kimse farketmez onların varlıklarını. Yalnızsınız yani. Kalabalıklar içinde yapayalnız. Kıyıda köşede, tenhada zulada... Ahalinin keyfi yerindeyse iyice azalırlar. Yok olurlar adeta. Keyifler kaçtıysa, teselliye ihtiyaç varsa, yardıma ihtiyaç varsa, hemen çıkar o iyi adamlar ortaya. Dinlerle, yol yordam gösterirler. Akıl verirler, varsa üç beş ceplerinden de verirler... Sonra!? Sonrası yok işte yine aynı terane... "Enayi bu adam yahu! Elinde avucunda ne var ne yok dağıttı"
***
İyi adamsanız hep gülmek zorundasınız...
"Biz senin yanına geldik neşemiz gelsin diye, sen surat asıyorsun" diye gönül koyarlar hemen. Sakın ola ki, suratınızı asmayın, nasılsa siz iyi adamsınız. Sizin ne kavuşamadığınız bir sevgiliniz vardır, ne de ödeyemediğiniz borcunuz. Elektrik bedavadır size, odun, kömür, tüp, ekmek, hepsi bedavadır. Gökten zembille iner her şey size. Neyi dert edeceksiniz ki....
***
İyi adamsanız üzülmeyin "yalnız"lığınız, "bir" gün bitecek...
Kalabalıklar içindeki yalnızlığınız bir gün bitecek. Ama sadece bir tek gün. Musalla taşına bir tabut ile geldiğiniz gün, herkes orada olacak. Hatta üzülecekler, belki de ağlayacaklar. "Ah sen ne iyi adamdın be abi" diye sızlanacaklar. "Bizi böyle bırakıp nerelere gittin" diye de kızacaklar belki ama o gün herkes orada olacak. Seni yalnız bırakmayacaklar o gün... Omuzlarında taşıyacaklar. Utanmasalar tezahürat edecekler... O günden sonra seni sevenler daha da çoğalacak... Enayi diyenler bile sevecek, gelecek o gün... Sonra... Sonrası yok işte yine aynı, ertesi herkes yine unutacak seni.... Yeni "iyi adam"lar arayacak herkes....
Fakir babasıdır onlar...
Daha da öte dert babası...
İyi adamsanız;
Yemezsiniz, yedirirsiniz...
İyi adamsanız,
Giymezsiniz giydirirsiniz...
İyi adamsanız;
Aslında siz ahalinin gözünde "enayi"sinizdir...
***
İyi adamlar çok fazla değildirler,
Herkes derdi kederi olunca onlara koşarlar, fakat dertleri olmayınca kimse farketmez onların varlıklarını. Yalnızsınız yani. Kalabalıklar içinde yapayalnız. Kıyıda köşede, tenhada zulada... Ahalinin keyfi yerindeyse iyice azalırlar. Yok olurlar adeta. Keyifler kaçtıysa, teselliye ihtiyaç varsa, yardıma ihtiyaç varsa, hemen çıkar o iyi adamlar ortaya. Dinlerle, yol yordam gösterirler. Akıl verirler, varsa üç beş ceplerinden de verirler... Sonra!? Sonrası yok işte yine aynı terane... "Enayi bu adam yahu! Elinde avucunda ne var ne yok dağıttı"
***
İyi adamsanız hep gülmek zorundasınız...
"Biz senin yanına geldik neşemiz gelsin diye, sen surat asıyorsun" diye gönül koyarlar hemen. Sakın ola ki, suratınızı asmayın, nasılsa siz iyi adamsınız. Sizin ne kavuşamadığınız bir sevgiliniz vardır, ne de ödeyemediğiniz borcunuz. Elektrik bedavadır size, odun, kömür, tüp, ekmek, hepsi bedavadır. Gökten zembille iner her şey size. Neyi dert edeceksiniz ki....
***
İyi adamsanız üzülmeyin "yalnız"lığınız, "bir" gün bitecek...
Kalabalıklar içindeki yalnızlığınız bir gün bitecek. Ama sadece bir tek gün. Musalla taşına bir tabut ile geldiğiniz gün, herkes orada olacak. Hatta üzülecekler, belki de ağlayacaklar. "Ah sen ne iyi adamdın be abi" diye sızlanacaklar. "Bizi böyle bırakıp nerelere gittin" diye de kızacaklar belki ama o gün herkes orada olacak. Seni yalnız bırakmayacaklar o gün... Omuzlarında taşıyacaklar. Utanmasalar tezahürat edecekler... O günden sonra seni sevenler daha da çoğalacak... Enayi diyenler bile sevecek, gelecek o gün... Sonra... Sonrası yok işte yine aynı, ertesi herkes yine unutacak seni.... Yeni "iyi adam"lar arayacak herkes....
11 Haziran 2012 Pazartesi
AKP'nin en büyük başarısı: Halkı uyutmak...
Aslında önceki iktidarlarda yapıyorlardı bu uyutma taktiğini. Fakat hiçbir hükümet bu kadar başarılı olamamıştı. AKP öylesine başarılı ki bu konuda, bir seçim öncesinde "ELEKTRİĞE HİÇ ZAM YAPMADIK" şeklinde devasa pankartlar asıldığında ülkenin her yerine, o ana kadar AKP tarafından elektriğe %104 oranında zam yapılmıştı. Halk bunu bile yutmuştu. Halk adeta hipnotize edilmişti. Bu hipnozun baş aktörü "Tayyip"... Evet halk başbakanı sevmiyor aslında. Halkımız "Tayyip"i seviyor. Sayın başbakan da bunun farkında olmalı ki, kendisinin partinin başından ayrıldığı anda AKP'nin biteceğini biliyor. Hipnozun baş aktörü ortadan kalkınca millet derin uykudan uyanacak...
AKP "Tayyip" faktörü ve din olgusu ile istediği her şeyi rahatça yapabiliyor. Her türlü yalanı bu millete doğruymuş gibi yutturabiliyor. Şu an milletimizde öylesine bir algı var ki, sanki Türkiye Cumhuriyeti ekonomik olarak tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Halbuki tam tersi. AKP göreve geldiği gün, ülkemizin o güne kadar ki toplam borcu 90 milyar dolar. Bu borcun karşılığında ise, onlarca, yüzlerce sınai ve iktisadi kuruluş devletin elinde. Fabrikalar, bankalar, sigorta şirketleri, petrol işletmeleri, telefon, posta kuruluşu vs vs. Bugüne baktığımızda ise, bu borcun tam 400 milyar dolara çıktığını görüyoruz. Bunun karşılığında Cumhuriyet kurulduğundan bu yana yapılan tüm sanayi ve iktisadi kuruluşlar tek tek satılmış. Hemde alenen "PEŞKEŞ" çekilmek suretiyle satılmış. Bu peşkeş çekme olayının en bariz örneği TEKEL'in alkollü içeceklerinden Yeni Rakı. Yeni Rakı'nın devletin elinden çıktıktan sonra değerinin ne kadar arttığını şu rakamlara bakarak daha iyi anlayabilirsiniz: Mey İçki'ye satış rakamı: 292 Milyon Dolar... Mey İçki kısa bir süre sonra Yeni Rakı'yı American Texas Pasific adlı bir ABD firmasına satar. Fiyat 810 Milyon dolar... Bu ABD firması da kısa bir süre sonra Yeni Rakı'yı bir İngiliz firmasına satar. bu kez satış fiyatı korkunç: 2 Milyar 100 Milyon Dolar... Birkaç sene içinde değeri bu kadar yükselen bir kuruluş. AKP döneminde rant kaynaklarının değeri çok yükseliyor. Zengin daha da zenginleşiyor. Bunun en açık örneği de sayın başbakanın malvarlığının 10 yılda tam 730 kat artmasıdır. Beyoğlu Belediye Başkan adayı olduğunda dikili bir ağacı bile olmayan sayın başbakan bugün dünyanın en zengin başbakanları arasında ilk sıraları işgal ediyor.
Elbette birçok vatandaşımız; "Efendim adam çalışmış kazanmış. ne yapsın başbakan oldu diye para kazanmasın mı!?" şeklinde hayıflananlar olabilir. Elbette kazansınlar. Fakat bunun karşılığında şunu belirtmek gerekli. İslam dininin ilk halifesi Hz. Ebubekir Müslüman olduğunda belki dünyanın en zengin tüccarlarından biridir. Halifeliği döneminde bu mal varlığının neredeyse tamamen bittiğini, vefatı sırasında ise, tek varlığının kefen parası olduğunu da biliyoruz.
Elbette bazı Tayyipsever vatandaşlarımız; "Efendim sayın başbakan napsın, bazı işadamlarımız çocuklarını ABD'de okutmuşlar, sonra gemicikler hediye etmişler, bu da mı günah!?" diye hayıflanabilirler. Elbette hediyeleri alsınlar, bedava tahsil hayatını kaçırmasınlar, demek ki o denli yardıma muhtaçtılar o aralar. Fakat şunu da belirtmek gerekli. Hz. Ömer Halife olduktan sonra, oğlu huzuruna işlemeli süslemeli, sırmalı yani anlayacağınız afilli bir kaftan ile gelir. Hz. Ömer oğlunu bu vaziyette görünce hiddetle oturduğu yerden kalkar, kılıcını kınından çeker ve oğluna "Ey Ömer'in oğlu sen bu kaftanı nasıl aldın, nerden buldun o kadar parayı!!" der. Hz. Ömer'in oğlu son derece rahat cevap verir: "Ey babam, bu kaftanı ben parayla almadım, bir Müslüman tüccar bunu bana hediye etti" Bu cevabı duyan Hz. Ömer daha da hiddetlenir, kılıcını kaldırıp oğlunun üzerine yürür: "Ey gafil, sen HALİFE ÖMER'in oğlu olmasan sana bu kaftanı kim hediye eder, derhal bu kaftanı sahibine iade et " der ve oğlunu adeta kovalar. İki olay arasındaki farkı sizler düşünün...
Halkımız sürekli uyutuluyor, en başarılı uyutma taktiğini de AKP'liler uyguluyor. Peki kabahat uyuyan da mı uyutan da mı!?
AKP "Tayyip" faktörü ve din olgusu ile istediği her şeyi rahatça yapabiliyor. Her türlü yalanı bu millete doğruymuş gibi yutturabiliyor. Şu an milletimizde öylesine bir algı var ki, sanki Türkiye Cumhuriyeti ekonomik olarak tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Halbuki tam tersi. AKP göreve geldiği gün, ülkemizin o güne kadar ki toplam borcu 90 milyar dolar. Bu borcun karşılığında ise, onlarca, yüzlerce sınai ve iktisadi kuruluş devletin elinde. Fabrikalar, bankalar, sigorta şirketleri, petrol işletmeleri, telefon, posta kuruluşu vs vs. Bugüne baktığımızda ise, bu borcun tam 400 milyar dolara çıktığını görüyoruz. Bunun karşılığında Cumhuriyet kurulduğundan bu yana yapılan tüm sanayi ve iktisadi kuruluşlar tek tek satılmış. Hemde alenen "PEŞKEŞ" çekilmek suretiyle satılmış. Bu peşkeş çekme olayının en bariz örneği TEKEL'in alkollü içeceklerinden Yeni Rakı. Yeni Rakı'nın devletin elinden çıktıktan sonra değerinin ne kadar arttığını şu rakamlara bakarak daha iyi anlayabilirsiniz: Mey İçki'ye satış rakamı: 292 Milyon Dolar... Mey İçki kısa bir süre sonra Yeni Rakı'yı American Texas Pasific adlı bir ABD firmasına satar. Fiyat 810 Milyon dolar... Bu ABD firması da kısa bir süre sonra Yeni Rakı'yı bir İngiliz firmasına satar. bu kez satış fiyatı korkunç: 2 Milyar 100 Milyon Dolar... Birkaç sene içinde değeri bu kadar yükselen bir kuruluş. AKP döneminde rant kaynaklarının değeri çok yükseliyor. Zengin daha da zenginleşiyor. Bunun en açık örneği de sayın başbakanın malvarlığının 10 yılda tam 730 kat artmasıdır. Beyoğlu Belediye Başkan adayı olduğunda dikili bir ağacı bile olmayan sayın başbakan bugün dünyanın en zengin başbakanları arasında ilk sıraları işgal ediyor.
Elbette birçok vatandaşımız; "Efendim adam çalışmış kazanmış. ne yapsın başbakan oldu diye para kazanmasın mı!?" şeklinde hayıflananlar olabilir. Elbette kazansınlar. Fakat bunun karşılığında şunu belirtmek gerekli. İslam dininin ilk halifesi Hz. Ebubekir Müslüman olduğunda belki dünyanın en zengin tüccarlarından biridir. Halifeliği döneminde bu mal varlığının neredeyse tamamen bittiğini, vefatı sırasında ise, tek varlığının kefen parası olduğunu da biliyoruz.
Elbette bazı Tayyipsever vatandaşlarımız; "Efendim sayın başbakan napsın, bazı işadamlarımız çocuklarını ABD'de okutmuşlar, sonra gemicikler hediye etmişler, bu da mı günah!?" diye hayıflanabilirler. Elbette hediyeleri alsınlar, bedava tahsil hayatını kaçırmasınlar, demek ki o denli yardıma muhtaçtılar o aralar. Fakat şunu da belirtmek gerekli. Hz. Ömer Halife olduktan sonra, oğlu huzuruna işlemeli süslemeli, sırmalı yani anlayacağınız afilli bir kaftan ile gelir. Hz. Ömer oğlunu bu vaziyette görünce hiddetle oturduğu yerden kalkar, kılıcını kınından çeker ve oğluna "Ey Ömer'in oğlu sen bu kaftanı nasıl aldın, nerden buldun o kadar parayı!!" der. Hz. Ömer'in oğlu son derece rahat cevap verir: "Ey babam, bu kaftanı ben parayla almadım, bir Müslüman tüccar bunu bana hediye etti" Bu cevabı duyan Hz. Ömer daha da hiddetlenir, kılıcını kaldırıp oğlunun üzerine yürür: "Ey gafil, sen HALİFE ÖMER'in oğlu olmasan sana bu kaftanı kim hediye eder, derhal bu kaftanı sahibine iade et " der ve oğlunu adeta kovalar. İki olay arasındaki farkı sizler düşünün...
Halkımız sürekli uyutuluyor, en başarılı uyutma taktiğini de AKP'liler uyguluyor. Peki kabahat uyuyan da mı uyutan da mı!?
9 Haziran 2012 Cumartesi
Hasan GÜL’e kim sahip çıkacak!?
Hasan GÜL’e kim sahip çıkacak!?
Hasan GÜL…
Eskişehirspor sevdalısı olup da onu tanımamak mümkün değil.
Sadece Eskişehirsporlular değil, Eskişehirspor’un rakibi olan birçok takımın
tribünleri de onu çok iyi tanır. Hiç kimsenin gitmediği deplasmanlarda o
hepimizi temsilen vardı. Çoğu zaman rakip takımın taraftarları onu alırlar
izzet-i ikramda bulunurlar ve kendi tribünlerinde misafir ederler.
Hasan Gül hayatı deplasman yollarında geçmiş, yüreği ESES
sevdası ile dolu bir adam. Son zamanlarda yüreği dayanamadı bazı şeylere. Son
yıllarda bazı deplasmanlarda Hasan Gül soluğu hastanelerde almaya başladı.
Yaşlanıyor, yaşlı kalbi ESES’in durumuna dayanamıyordu. Her geçen gün biraz
daha sağlığını kaybediyor Hasan GÜL. Sağlığını kaybettikçe yalnızlığı artıyor.
Son olarak Ankara’da bir ameliyat geçirdi. Ameliyat başarılı geçti ancak
yaşamın zorluklarıyla mücadele eden bedenini ayakta tutabilmesi için doktorlar
iki tane baston verdiler ellerine.
Şimdi otogarda yatıp kalkıyor ve iki bastonun desteğiyle
yaşama tutunmaya çalışıyor.
“Yeter artık Hasan amca, bundan sonra deplasmanlara gitme!”
demeye kalkışıyoruz.
Hemen celalleniyor, gözleri büyüyor bir anda:
“Sen ne diyorsun be! Öleceğimi bilsem yine giderim”
Sevda da bu değil mi zaten. Her şeye rağmen gitmek. Ölümüne
gitmek. Sevdan nereye gidiyorsa ardı sıra gitmek. Ruhunla, bedeninle, yüreğinle
gitmek.
Hasan Gül de öyle yapıyor. Gidiyor, yavaş yavaş gidiyor
sevdasının peşinden. Önce kalbi zorladı onu. Şimdi bacakları gitmiyor yüreğinin
peşinden. İki bastonla gitmeye çalışacak artık.
Hasan Gül, yüreğindeki Eskişehirspor sevgisi ile camiamızda
sembol olmuş isimlerden biridir. Bizler yani Eskişehirspor sevdalıları, bilet
kuyruğunda beklerken yaptığımız gibi yine bilet ve otobüs parasından artanla
aldığımız simidi ikiye bölüp paylaşacağız onunla, gücümüz neye yeterse onu
yapacağız. Fakat artık Hasan Gül’e daha fazlası yapılmalı. Sıcak bir yatağı
olmalı artık. Önüne birkaç tabak sıcak yemek konulmalı. Yerinden doğrulmaya
çalışırken elinden bir tutan olmalı. Evet elinden bir tutan olmalı.
Gidiyor dedik ya, gitmeden onun için BİR ŞEYLER YAPMALIYIZ.
Şehrimizin ileri gelenleri, işadamları,
kaymakamları, belediye başkanları, valimiz ve de en önemlisi Eskişehirspor
yönetimi…
Evet en önemlisi de Eskişehirspor yönetimi. Eskişehirspor
sevdalıları kulüp yönetiminden en azından bunu yapmalarını bekliyor. Bu
camianın sembol isimlerinden biri olan Hasan Gül’e sahip çıkılmalı. Yıllardır
sözlerin verilip de tutulmadığı, üzerinin bir türlü kapatılmadığı o açık
tribünün emektarlarından biridir Hasan Gül. Anladık kapatmayacaksınız açık tribünün
üzerini ama en azından o tribünlerin emektarlarından biri olan Hasan Gül’e
sahip çıkın. Elinizi uzatın. Hasan Gül’ün hayatının bu zor dönemlerini huzur
içinde geçirmesi için harcanacak para belki de pavyonlarda barlarda harcanan
fındık fıstık parası kadar bile değildir.
Eskişehirli vefalıdır, vefa da sadece bir semt değildir. İnanıyoruz
ki, şu andan itibaren birçok büyüğümüz Hasan Gül için seferber olacaktır.
Bu taraftar seni yalnız bırakmaz Hasan Amca!!!
3 Haziran 2012 Pazar
Neden Olimpiyat Stadı? Neden Kasımpaşa Stadı değil!?
Avrupa kupaları için stat arayışlarının devam ettiğini belirten Eskişehirspor yöneticisi Ekrem Birsen
“Avrupa kupalarına gitmemiz durumunda bize bir stat lazım olacağını
defalarca dedik. Şimdi stat arayışlarımız devam ediyor. Avrupa
maçlarımızı yüksek olasılıkla İstanbul Olimpiyat Statı’nda oynayacağız.
Ancak Ankara 19 mayıs Stadı içinde çalışmalarımız sürüyor. Henüz Tff
UEFA Kupalarına gidecek takımların listesini açıklamadı. Bu liste
açıklanır açıklanmaz bizde stat işini kesinleştireceğiz” dedi.
Dedi de ne oldu!? Yıktı perdeyi eyledi viran. Ekrem Birsen mevcut yönetimin sesi. Sesin kaynağı belli. Basiretsiz, beceriksiz ama hasbelkader bugüne kadar sportif olarak başarı yakalamış, takımı bu ligde tutmayı başarmış bir yönetimin sesi. İlahi Adalet'in tecellisi ile birlikte Eskişehirspor'un UEFA Avrupa Lig'inde oynama şansı yakalaması Türkiye için büyük bir ayıbı da gözler önüne serdi. Türkiye'nin en önemli kulüplerinden biri olan Eskişehirspor uluslararası bir maç oynayacağı stad bulamıyor. Eskişehir kent olarak futbol kültürünün en gelişmiş kentlerin başında gelir. Türk futbolunda adını tarihe yazdırmış uluslararası alanda bir çok mücadele de bulunmuş, önemli başarılar kazanmış, Sevilla zaferi ile hem içerde hem dışarda tarihe geçmiş bir takım.
Ve gelin görün ki, bu takım aradan geçen yıllar sonrasında kendi kentinde uluslararası maç oynayacağı bir stad bulamıyor. Bunun yanısıra futbol kültürünün fb, gs, bjk taraftarlığından öte gidemediği, kendi kent takımlarına sahip çıkılmadığı birçok şehrimizde ise, mükemmel boyutlarda stadlar bir bir yükseliyor. Bu stadları doldurmak için ya fb, gs, bjk maçı olması gerekli ya o takım çok üst sıralar için mücadele etmesi gerekli. (ki öyle olduğu vakit bile bilet fiyatlarının çok ucuz olması ve yanında sevgilisini ya da eşine getirene biletin bedava olması gerekli...) Eskişehir'de ise, onlarca yıldır kullanılan emektar stad 3. Lig'de bile olsa ülkenin en pahalı bilet ücretmleri uygulanıyor ve o stad yine de doluyor. Böylesi bir kent bugün uluslararası bir organizasyona katılmak için kendi kenti dışında stad arama çabasına girdiyse bu ayıp sadece Eskişehirspor yönetiminin değil, bütün Türkiye'nin dir. Bu ülkeyi yönetenlerin de en az Eskişehirspor'u yönetenler kadar payı vardır bu ayıpta.
Bu ayıptan ESES sevdalıları dışında kalan herkes kendi payını almalı ve başını önüne eğerek utanmalıdır!!!
Şimdi gelelim mevcut yönetimin stad arayışlarına. Yönetim Kurulu üyesi Ekrem Birsen'in yaptığı açıklamadan anlıyoruz ki, yönetim Olimpiyat Stadı'nda oynamak için girişimlerde bulunuyor. 81 bin kapasiteli Olimpiyat stadı'nda 20 bin ESES sevdalısı bile olsa o stadda hiç seyirci yok gibi oluyor. Stadın 3/4'ü boş çünkü. Yönetim Olimpiyat Stadı olmazsa Ankara 19 Mayıs stadı diyor. Peki hiç aklınıza Kasımpaşa RTE Stadı gelmiyor mu. İstanbul'un göbeğinde 400 bin nüfuslu bir Eskişehir var. Eskişehirspor sevdalılarının SEMTİMİZ KASIMPAŞA dedikleri bir yler var. Burası hiç aklınıza gelmiyor mu!? Kasımpaşa Stadı'nda ESES sevdalıları ve Kasımpaşalı kardeşlerimizle oluşturulacak ambians sonucunda rakip takıma mükemmel bir baskı kurulabileceği hiç aklınıza geldi mi acaba.!? Bu konuyu Kasımpaşa yönetimi ile konuşmayı düşündünüz mü acaba!? Bırakın bu konuyu kardeş takım Kasımpaşa'nın yeni yönetimi ile hiç irtibata geçtiniz mi acaba!?
“Avrupa kupalarına gitmemiz durumunda bize bir stat lazım olacağını
defalarca dedik. Şimdi stat arayışlarımız devam ediyor. Avrupa
maçlarımızı yüksek olasılıkla İstanbul Olimpiyat Statı’nda oynayacağız.
Ancak Ankara 19 mayıs Stadı içinde çalışmalarımız sürüyor. Henüz Tff
UEFA Kupalarına gidecek takımların listesini açıklamadı. Bu liste
açıklanır açıklanmaz bizde stat işini kesinleştireceğiz” dedi.
Dedi de ne oldu!? Yıktı perdeyi eyledi viran. Ekrem Birsen mevcut yönetimin sesi. Sesin kaynağı belli. Basiretsiz, beceriksiz ama hasbelkader bugüne kadar sportif olarak başarı yakalamış, takımı bu ligde tutmayı başarmış bir yönetimin sesi. İlahi Adalet'in tecellisi ile birlikte Eskişehirspor'un UEFA Avrupa Lig'inde oynama şansı yakalaması Türkiye için büyük bir ayıbı da gözler önüne serdi. Türkiye'nin en önemli kulüplerinden biri olan Eskişehirspor uluslararası bir maç oynayacağı stad bulamıyor. Eskişehir kent olarak futbol kültürünün en gelişmiş kentlerin başında gelir. Türk futbolunda adını tarihe yazdırmış uluslararası alanda bir çok mücadele de bulunmuş, önemli başarılar kazanmış, Sevilla zaferi ile hem içerde hem dışarda tarihe geçmiş bir takım.
Ve gelin görün ki, bu takım aradan geçen yıllar sonrasında kendi kentinde uluslararası maç oynayacağı bir stad bulamıyor. Bunun yanısıra futbol kültürünün fb, gs, bjk taraftarlığından öte gidemediği, kendi kent takımlarına sahip çıkılmadığı birçok şehrimizde ise, mükemmel boyutlarda stadlar bir bir yükseliyor. Bu stadları doldurmak için ya fb, gs, bjk maçı olması gerekli ya o takım çok üst sıralar için mücadele etmesi gerekli. (ki öyle olduğu vakit bile bilet fiyatlarının çok ucuz olması ve yanında sevgilisini ya da eşine getirene biletin bedava olması gerekli...) Eskişehir'de ise, onlarca yıldır kullanılan emektar stad 3. Lig'de bile olsa ülkenin en pahalı bilet ücretmleri uygulanıyor ve o stad yine de doluyor. Böylesi bir kent bugün uluslararası bir organizasyona katılmak için kendi kenti dışında stad arama çabasına girdiyse bu ayıp sadece Eskişehirspor yönetiminin değil, bütün Türkiye'nin dir. Bu ülkeyi yönetenlerin de en az Eskişehirspor'u yönetenler kadar payı vardır bu ayıpta.
Bu ayıptan ESES sevdalıları dışında kalan herkes kendi payını almalı ve başını önüne eğerek utanmalıdır!!!
Şimdi gelelim mevcut yönetimin stad arayışlarına. Yönetim Kurulu üyesi Ekrem Birsen'in yaptığı açıklamadan anlıyoruz ki, yönetim Olimpiyat Stadı'nda oynamak için girişimlerde bulunuyor. 81 bin kapasiteli Olimpiyat stadı'nda 20 bin ESES sevdalısı bile olsa o stadda hiç seyirci yok gibi oluyor. Stadın 3/4'ü boş çünkü. Yönetim Olimpiyat Stadı olmazsa Ankara 19 Mayıs stadı diyor. Peki hiç aklınıza Kasımpaşa RTE Stadı gelmiyor mu. İstanbul'un göbeğinde 400 bin nüfuslu bir Eskişehir var. Eskişehirspor sevdalılarının SEMTİMİZ KASIMPAŞA dedikleri bir yler var. Burası hiç aklınıza gelmiyor mu!? Kasımpaşa Stadı'nda ESES sevdalıları ve Kasımpaşalı kardeşlerimizle oluşturulacak ambians sonucunda rakip takıma mükemmel bir baskı kurulabileceği hiç aklınıza geldi mi acaba.!? Bu konuyu Kasımpaşa yönetimi ile konuşmayı düşündünüz mü acaba!? Bırakın bu konuyu kardeş takım Kasımpaşa'nın yeni yönetimi ile hiç irtibata geçtiniz mi acaba!?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)