19 Aralık 2011 Pazartesi

Nagehan Alçı Bunlardan da utansana !!!

AKP'nin iktidar olmasıyla birlikte çayır mantarı gibi pırtlayan tetikçi medyacılardan biri olan Nagehan Alçı son olarak Diyanet'n Şafi mezhebihden olan Kürt vatandaşlarımızın dini gereksinimlerinden dolayı 1000 Mele kadrosu açmasıyla başlayan tartışmalar sırasında, bir başka tetikçi Nazlı Ilıcak ile birlikte çıktığı tv programında Türk vatandaşların Mele'nin ne anlama geldiğini bile bilmediklerini söyleyerek bundan utanç duyduğunu belirtti. Doğrusu bu kelimeyi bende ilk kez duymuştum. Bu da gayet doğal bir durum olmalı diye düşünürken Nagehan Alçı'nın bizim bu bilgisizliğimiz karşısında çok utandığını duyunca kahroldum hemen araştırdım. Mele Türkçe'deki imam kelimesinin karşılığı olarak algılanmış diyanet tarafından. Fakat asıl anlamı medreseden yetişmiş din adamı imiş. Bizim anladığımız anlamıyla MOLLA. Türklerin bu kelimeyi bilmemesinin altında çok büyük bir garez varmış gibi davranan ve utanç duyduğunu söylerken yüzündeki ifadenin Türkleri bundan dolayı nasıl küçük gördüğünü anlamamak mümkün değil. Nagehan biz Türklerin Kürtçe bilmediğimizi duysa Allah bilir ne kadar üzülecek kızcağız! Bir de merak ettim acaba Kürt vatandaşlarımızın da ülkemizin birçok bölgesindeki yerel kültürde kullanılan deyim ve sözcüklerin anlamlarını bilmediklerini ve bunun da çok normal bir durum olduğunu Nagehan Alça anlayabiliyor mudur!?


Kendilerine tahsis edilen bekçok tv kanalında edindikleri her fırsatta Türklüğü, Türkleri küçük düşürecek sözler söyleyen, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü adeta dünya tarihinin en acımasız diktatörü haline getiren ve bundan utanç duyduklarını belirtenler aşağıda okuyacağınız insanlık tarihinin en utanç verici olaylarını neden hiç görmek istemezler!? Neden bunlardan utanç duyduklarını çıkıp söylemezler!?




Soykırımda çok deneyimli olan ülkeler, kendi yaptıklarını örtbas edebilmek için biz Türklere çamur atıyorlar. Bakınız onlar neler yapmışlar :



Post Modern Soykırım : Felluce'de 1.500 sivilin sokaklarda öldürülüp çürümeye terk edildiği, cesetlerin köpeklerce yenilmeye başlandığı ve 250 bin kişinin bölgeden sürüldüğü belirtilen raporda“Felluce katliamı post modern soykırımdır.” denildi. Fransızların Cezayir'de 1830 ile 1962 arasında 1 milyon Cezayirliyi öldürdükleri, Cezayirlilere sistematik biçimde soykırım uyguladıkları belirtilen raporda, bu ülkenin sürekli olarak sözde Ermeni soykırımını tanıması için Türkiye'ye baskı yaptığı anımsatıldı. Fransız, İngiliz ve Almanlar başta olmak üzere bütün AB ülkelerinin Felluce soykırımı karşısında kayıtsız kaldıkları ifade edilen raporda, Birleşmiş Milletler de kendi soykırım tanımına giren insanlık suçlarına karsı ses çıkarmamakla suçlandı. Raporda, soykırım suçlarına ilişkin şu örneklere yer verildi:

Rumların Kıbrıs’ta Türklere Uyguladığı Soykırım : İngilizler 1912-1974 döneminde Kıbrıs adası üzerindeki egemenliklerini sağlamak amacıyla Rumların Enosis’i gerçekleştirmelerine göz yumup Türklere karşı saldırı başlattırdılar. 1912'de adada yasayan Rumlar Kıbrıs’ın 35 ayrı noktasında Türklere ait işyerleri, cami ve evleri yakıp yıkmaya, insanları katletmeye başladılar. 1952 yılında EOKA adlı Rum terör örgütü kuruldu. EOKA sistematik biçimde başlattığı saldırılarda 100 Türk'ü, 100 İngiliz vatandaşını öldürerek 30 Türk köyünü yaktı. 1963 yılında Eokacılar yeni bir etnik temizleme planını devreye soktular. Bu saldırılarda 500 Türk öldürüldü, 130 Türk köyü yakıldı, 25 bin Türk evlerini terk etmek zorunda kaldı.

Yunanların Batı Trakya Türklerine Uyguladığı Soykırım : 1923 yılında Lozan'da imzalanan Türk ve Yunan azınlıkların karşılıklı mübadelesine ilişkin antlaşmanın ardından Yunan hükümeti Batı Trakya bölgesinde yaşayan Türkler üzerinde sistemli olarak soykırım başlattı. Bölgenin büyük bir bölümü askeri bölge haline getirilip sıkıyönetim ilan edildi. Köyler arasında geliş gidişler izne bağlandı. Türk azınlığın pasaportlarına el konuldu. Türklerin hukuksal, siyasal, kültürel ve dinsel haklarının kısıtlanması, ibadetlerine izin verilmemesi gibi çok ağır baskılar sonucu 400 bin Türk bölgeyi terk etmek zorunda kaldı.

Bulgaristan’ın Türklere Uyguladığı Soykırım : 1970-1989 yılları arasında Bulgar hükümeti Bulgarlaştırma adı altında ülkede yasayan toplam 1,5 milyon Türk, Pomak ve Çingeneye karşı bir asimilasyon kampanyası başlattı. Ülkede yasayan 310 bin Türk'ün adları polis zoruyla Bulgar ve Hıristiyan adlarıyla değiştirildi. Türkçe eğitim veren okullar, üniversitedeki Türk dilbilim bölümleri, Türkçe gazeteler ve camiler devlet emriyle kapatıldı. Çocukların sünnet ettirilmesi yasaklandı. Çocukların bu yasağa rağmen sünnet ettirilip ettirilmediğini kontrol etmek için çocuklar zorla sağlık merkezlerine gönderildi. Taşlarının üzerinde Türkçe adlar bulunan mezarlar yıkıldı. Türklerin Türk motifli giysiler giymeleri yasaklandı. Bu baskılara dayanamayıp protesto gösterileri yapan Türklerin üzerine askeri birliklerce ateş açıldı. 1.000 Türk Belene’deki toplama kampına gönderildi. Baskıların giderek artması sonucu 360 bin Türk zorunlu olarak Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldı.

İspanyolların ve Amerikalıların Kızılderililere Uyguladığı Soykırım : 1492 yılında Kristof Kolomp ayak bastığında nüfusu 8 milyon olan Arawaks yerlilerinin sayısı 22 yılda 28 bine indi.

Norveçlilerin Taterlere Uyguladığı Soykırım : Norveçliler 1920-1930’larda çıkardıkları yasalarla Nordik ırkının arılığını korumak için etnik grup Tater (Göçerler) kızlarını zorla kısırlaştırdılar. Norveç toplumu ne kadar Tater'i kısırlaştırırsa kendi ırkını o kadar koruyacağına inanıyordu. Kısırlaştırma yoluyla ehlileştirilemeyen Taterler üzerinde insülin ve elektroşok yöntemleri uygulanıldı.

İngilizlerin Avustralya Yerlisi Aborjinlere Uyguladığı Soykırım : Büyük Britanya Krallığı 1788-1938 tarihleri arasında sömürgeleştirme amacıyla gittikleri Avustralya'da yerleşik yerli halk Aborjinleri sistematik olarak yok ettiler. İngilizler, salgın hastalık yaydığı bununla da yetinmeyip yemeklerine zehir katarak yok etmeye çalıştığı 750 bin siyah derili Aborjinlerden geriye yalnızca 31 bini sağ kalabildi.

Almanların Batı Afrika’da Namibyalılara Uyguladığı Soykırım : Almanlar 1891 yılında hammadde ve işgücü ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Güney Batı Afrika’ya (Namibya'ya) sömürge kurmak amacıyla çıktılar. Bölgedeki çok zengin altın ve zümrüt madenlerini ele geçirmenin yolunun yerel Herero ve Nama halklarını yok etmek olduğuna karar veren Almanlar ordu birlikleriyle yaşlı, kadın, çocuk dinlemeden herkesi katlettiler. Katliamdan kurtulabilenlerse işkenceyle öldürüldü. Yaklaşık 132 bin yerliden geriye 15 bini sağ kalabildi.

Almanların Yahudilere ve Çingenelere uyguladığı Soykırım : Almanlar 1933-1945 yılları arasında Büyük Alman İmparatorluğu’nu kurmak ve safkan Alman ırkını yaratmak hedefiyle öbür millet ya da etnik gruplardan 21 milyon insanı kurşuna dizerek, toplama kamplarındaki dev fırınlarda yakarak, gaz odalarında zehirleyerek soykırıma uğrattılar. Alman yönetimi, öncelikle kendilerinden olmadığına inandığı bütün ırkları tespit edip harflerle sınıflandırdı. Bu uygulamalar gereğince Çingenelerin yüzde 94’ü kısırlaştırdı. İkinci hedef grup olarak Yahudiler seçildi. Gerek Almanya’da gerekse de Almanların işgal ettiği öbür ülkelerde yaşayan milyonlarca Yahudi, sistematik biçimde vurularak, asılarak, yakılarak ve zehirlenerek öldürüldü.

Amerikalıların ve İngilizlerin Almanlara Uyguladığı Soykırım : Amerikalılar ve İngilizler Almanların savaşı yitirmelerinin ardından, Dresden kentine sığınan Alman göçmenlerin üzerine 3 gün süreyle havadan bomba yağdırdılar. Savunmasız insanların sığındığı Dresden kentine öç almak amacıyla uygulanan bombardıman sırasında 3 bin 900 ton tahrip gücü yüksek bomba ve 200 bin napalm bombası atıldı. Bu yok etme harekatında çoğunluğunu çocuk ve kadınların oluşturduğu 200 bin kişi öldü. Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom bombaları sonucuysa 135 bin kişinin öldürüldü.

Danimarkalıların Alman Sığınmacılara Uyguladığı Soykırım : İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Sovyet Ordusu'nun Alman topraklarına doğru ilerlemesinden kaçan 250 bin Alman göçmen Danimarka'ya sığındı. Üçte birini 15 yaşından küçük çocukların oluşturduğu Almanlar, tel örgülerle çevrili toplama kamplarına alındılar. Binlerce çocuk ve yetişkin tifüs, bağırsak iltihabı ya da ishal sonucu yaşamlarını yitirdi.

20. Yüzyıldaki Etnik ve Kültürel Soykırımların Bilançosu :

1) Kıbrıs Cumhuriyeti (1912 - 1974) 25,000 göçmen, 1,000’i aşkın ölü

2) Jozef Stalin (Rusya, 1934-1939) : 13,000,000 mülteci + 100 binlerce ölü.

3) Adolf Hitler (Almanya, 1939-1945) : 12,000,000 mülteci + kamplarda 2 milyon ölü + Onbinlerce kayıp

4) Mao Tze Dong (Çin, 1966-1969) : 11,000,000 kişiye kültürel asimilasyon + toplama kamplarında sayısı belli olmayan ölü ve kayıplar

5) İspanyol Kaşifler (1492-1800) : 7,972,000 ölü + çok sayıda kayıp

6) Hideki Tojo (Japonya, 1941-1944) : 5,000,000 ölü + çok sayıda kayıp

7) Pol Pot (Kamboçya, 1975-1979) : 1,700,000 ölü

8) Kim Il Sung (Kuzey Kore, 1948-1994) : 1.600,000 mülteci + toplama kamplarındaki ölüler + çok sayıda kayıp

9) Menghitsu (Etopya, 1975-1978) : 1,500,000 ölü + çok sayıda kayıp

10) Charles De Gaulle (Cezayir, 1954-1962) : 1,000,000 ölü + çok sayıda kayıp

11) Yakubu Gowon (Biafra, 1967-1970) : 1,000,000 ölü + çok sayıda kayıp

12) Leonid Brezhnev (Afganistan, 1979-1982) : 900,000 ölü + çok sayıda kayıp

13) Jean Kambanda (Ruanda, 1994) : 800,000 ölü + çok sayıda kayıp

14) Büyük Britanya Krallığı (Avustralya, 1849-1938) : 719,000 ölü + çok sayıda kayıp, 100 bin göçmen

15) Suharto (Doğu Timor, 1976-1998) : 600,000 ölü + çok sayıda kayıp

16) Saddam Hüseyin (İran ve Kuzey Irak 1980-1990) : 600,000 ölü + çok sayıda kayıp

17) Yahya Khan (Pakistan, 1971 ve Bangladeş, 1990) : 500,000 ölü + çok sayıda kayıp

18) Savimbi (Angola, 1975-2002) : 400,000 ölü + çok sayıda kayıp

19) Molla Ömer - Taliban (Afganistan, 1986-2001) : 400,000 ölü + çok sayıda kayıp

20) Idi Amin (Uganda, 1969-1979) : 300,000 ölü + çok sayıda kayıp

21) B. Mussolini (Etyopya ve Yugoslavya, 1936) : 300,000 ölü + çok sayıda kayıp

22) Danimarka (Danimarka, 1945) : 250,000 Alman sığınmacı toplama kampında ölüme terk edildi.

23) Mobutu Sese Seko (Zaire, 1965-1997) : 250,000 ölü + çok sayıda kayıp + 200 bin göçmen

24) Charles Taylor (Liberya, 1989-1996) : 220,000 ölü + çok sayıda kayıp

25) Foday Sankoh (Sierra Leone, 1991-2000) : 200,000 ölü + çok sayıda kayıp

26) Amerika (Almanya Dresden, 1943-1945) : Dresden’e sığınan 200,000 kişi öldürüldü.

27) S. Miloseviç (Yugoslavya,1992-96) : 180,000 ölü + çok sayıda kayıp

28) Michel Micombero (Burundi, 1972) : 150,000 ölü + çok sayıda kayıp

29) Amerika (Hirosima-Nagazaki, 1944) : Atom bombasıyla yok edilen kentlerde 135,000 ölü.

30) Almanya (Namibya 1891) : 117,000 ölü + çok sayıda kayıp + 15 bin göçmen

31) Hassan Turabi (Sudan, 1989-1999) : 100,000 ölü + çok sayıda kayıp

32) Richard Nixon (Vietnam, 1969-1974) : 70,000 ölü + çok sayıda kayıp

33) Papa Doc Duvalier (Haiti, 1957-1971) : 60,000 ölü + çok sayıda kayıp

34) Marcos (Filipinler) : 50,000 ölü + çok sayıda kayıp

35) Hissene Habre (Çad, 1982-1990) : 40,000 ölü + çok sayıda kayıp

36) Vladimir Ilich Lenin (Rusya, 1917- 1920) : 30,000 muhalif idam edildi.

37) Francisco Franco (İspanya) : 30,000 muhalif idam edildi.

38) Lyndon Johnson (Vietnam, 1963 - 1968) : 30,000 ölü + çok sayıda kayıp

39) Hafiz Esad (Suriye 1980 - 2000) : 25,000 ölü + çok sayıda kayıp

40) Khomeini (İran, 1979 - 1989) : 20,000 ölü + çok sayıda kayıp

41) Eski Yugoslavya (1995 Bosna - Hersek) : 15 ölü + 7,500 kayıp + 45 bin göçmen

42) Paul Koroma (Sierra Leone, 1997) : 6,000 ölü + çok sayıda kayıp

43) Usama bin Ladin (Dünya çapında, 1991 - 2001) : 4,000 ölü + çok sayıda kayıp

44) Augusto Pinochet (Chile, 1973) : 3,000 ölü + çok sayıda kayıp

45) Efrain Rios Montt (Guatemala) : 2,000 ölü + çok sayıda kayıp

46) Sierra Leone : 80,000 göçmen + çok büyük sayıda kayıp

47) Yunanistan (Batı Trakya, 1923 - 1990) : 400,000 kişiye evleri terk ettirildi.

48) Bulgaristan (1970 - 1989) : 360,000 kişiye evleri terk ettirildi. 1,000 kişi toplama kamplarına alındı.

49) Norveç (1920 – 1930) Tater göçmenleri kısırlaştırıldı.

50) Amerika (Felluce, Telafer, 2004) Devam ediyor.




Kaynak: Hazar Eğitim, Kültür ve Dayanışma Derneği

17 Kasım 2011 Perşembe

Elektrikteki KAÇAK soygununa mahkeme dur dedi...

Mevcut hükümetin özelleştirmeler sonrasında özel firmaları koruma ve kollama adına Elektrik Piyasası Denetleme Kurulu (EPDK) adıyla kurduğu kuruluş tarafından icat edilen bir uygulama ile elektrik faturalarımızda  yeni bir SOYGUN hanesi açılmıştı. Bu düzenlemeye göre memleketin her köşesinde kullanan kaçak elektrik bedeli elektrik parasını düzenli olarak ödeyen, yemeden içmeden devlete olan borcunu ödemek için çırpınan vatandaştan tahsil edilmeye başlanmıştı. Tam bir Deli Dumrul hikayesi özelliğindeki bu uygulama faturalarımıza %15 oranında ek bir yük getiriyordu. Türkiye'deki kaçak oranı tam olarak tespit edilememiş olmasına rağmen memleketin her köşesinde bu %15'lik oran uygulanmış ve masum vatandaşlara "Vay salak vay sen elektrik paranı düzenli ödüyorsun, al bakalım ödemeyenlerin parasını da sen öde. Senin gibi salak dünyanın hiçbir yerinde bulunmaz" denilerek vatandaşımız ezilmiş, özel elektrik dağıtım firmaları ise, hiçbir zarara uğramadan, hatta belki de kaçak kayıptan daha fazla bir kazanca sahip olmuşlardı.


Vatan için askerlik yapmak istemeyenlere vicdani red adı altında kanun çıkarmak için hazırlanan hükümet bu adaletsiz karşısında sessiz kalmayı tercih etti. Sessiz kalmaları da gayet normal çünkü bu uygulamayı, Hz. Ömer adaletinden dem vura vura kendileri başlattılar. Bu zulmü başlatan ve sürdürenlerin Hz. Ömer adaletinden bahsetmeleri, o mübarek insanın adını dillerinden düşürmemeleri büyük bir riya gösterisidir. Kutsal bir görev için vicdani red saçmalığını ortaya atanların vicdanları acaba bu zulüm karşısında hiç sızlamıyor mu!?


Neyse ki yüce Türk adaleti AKP'nin bu zulmüne dur dedi. Kahramanmaraş'ta Emine Saygılı adıl bir vatandaşın başvurusu üzerine Tüketici Sorunları İl Hakem Heyeti kaçak kayıp bedelinin iyi niyetli vatandaştan alınamayacağına ve alınan paraların vatandaşa iade edilmesine karar verdi. Tüketici Sorunları İl Hakem Heyeti Başkanı Nesih Tanrıverdi, yaptıkları incelemede alınan bu paranın hukuka uygun olmadığına karar verdiklerini söyledi. Bu uygulamanın bir kaç yönüyle hukuka uygun olmadığını anlatan Tanrıverdi, şöyle konuştu:“Bilindiği üzere kayıp kaçak oranı bölgeden bölgeye farklılıklar gösteriyor. Ayrıca her bölgenin de ayrı bir dağıtım şirketi var. Örneğin A bölgesinde yüzde 1 kayıp kaçak oranı varsa yüzde 15 kayıp kaçak bedeli tahsil ediyor. Bir başka bölgede ise kayıp kaçak oranı çok yüksek iken yine yüzde 15 kayıp kaçak bedeli alınıyor. İkinci olarak Türkiye’de kayıp kaçak oranının ne kadar olduğu tamamen tespit edilmiş değil. Yani yüzde 15 gibi bir uygulama var, ama gerçekten kayıp kaçak oranını bilimsel olarak tespit edilmiş durumda değil. Bilimsel bir kritere de dayanmıyor. Bu yönüyle de haksızlık içeriyor. Diğer yandan fatura miktarı arttıkça bu bedelin oranı da artıyor. Bir tüketici 15 lira öderken bir diğeri 45-50 lira ödeyebiliyor.

Bizim için en önemli boyutu ise kayıp kaçak oranı varsa bunu kaçak kullananlardan tahsil etmek yerine iyi niyetle faturasını ödeyen, hukuka uygun davranan kişilerden tahsil edilmesi hukuka aykırı görüldü. Hakem heyetimiz bu bedelin tüketiciye iadesine karar verdi.” Aldıkları kararlardaki 1031 liraya kadar olan miktarın mahkeme niteliğinde karar olduğunu kaydeden Tanrıverdi, “Bu miktarın altındaki kararlarımız tarafları bağlayıcı bir karardır. Bunun itiraz merci tüketici mahkemeleridir. İlgili firma aldığımız bu karara 15 gün içerisinde itiraz edebilir” şeklinde konuştu.
Kahramanmaraş'ta alınan bu kararın tüm Türkiye genelinde emsal teşkil etmesi ve vatandaşlarımızın Tüketici Sorunları İl Hakem Heyet'lerine başvurarak bu adaletsizliğe, bu zulme dur demelerini diliyorum. 

13 Kasım 2011 Pazar

Bedelliden gelecek 2.5 milyar AVRO nereye gidecek!?

Bu hükümet döneminde şunu anladık ki, hükümetin "YAPACAĞIM!" dediği işin yapılıp yapılamayacağını tartışmak son derece anlamsız. Çünkü mevcut hükümet yüzde 50 civarındaki halk desteği ile geriye kalan yüzde 50'yi yok saymakta ve istediği her şeyi "Ben yaptım oldu" mantığıyla yapmaktadır. İleri demokrasi nidaları arasında tam bir dikta rejiminin hüküm sürdüğü bu dönemde halkımıza özellikle de AKP'ye oy veren vatandaşlarımıza önemli görevler düşmektedir. 


Yapılacak işlerin doğru ya da yanlış olması konusundaki düşüncelerinin hiçbir öneminin olmadığı şu dönemde en azından halkımız yapılan işlerin sonuçlarını takip etmeli ve en azından sandık başında vicdanları ile baş başa kaldıklarında doğru kararı verebilmelidirler. Bu takibi yapamazsak, yapılan işlerin sonuçlarını takip edip, "memleketimizin ve bizlerin faydasına mı oldu yoksa zararına mı oldu" sorusunu kendi vicdanlarımıza sorup doğru cevabı ve kararı veremezsek bugün yaşamış olduğumuz güzelliklerin tamamını kaybedebiliriz. 


Bugünlerde ülkemizde bedelli askerlik konusu gündemi meşgul ediyor. Son genel seçimler öncesinde miting meydanlarında bedelli askerlik için "Yok öyle yağma, zengin parasnı verip askerlik yapmayacak gariban Ayşe teyzenin oğlu parası yok diye askerlik yapacak. Bu adaletsizliğe müsaade etmeyeceğiz" diyerek fakir fukaranın gönlünü okşayan ve oylarını çalanlar şimdi "bedelli askerlik en önemli ve acil konudur bizim için" diyerek alel acele bu kanunu çıkarma gayreti içindeler. Muhalefet ise, bu konu karşısında net bir tavır sergileyemiyor. 200 bin kişi söz konusu. Bunları etkileyebilecekleri yakın akrabalarının oyları ile birleştirirsek nerden baksanız 1 milyon oy yapar. Bu da siyasi yapı içinde oldukça önemli bir rakamdır. CHP bu konuda sessiz kalıp, bedelli askerliği onaylayacak gibi görünüyor. MHP ise, her ne kadar muhalif bir duruş sergilese de gerek basın kuruluşlarının ilgisiz kalması gerekse söylemlerinin yetersiz kalması ile bu konuda halka yeteri kadar ulaşamamaktadır. Halkımız sadece MHP'nin cılız kalan muhalefeti sayesinde bedelli askerliğin sonuçlarını anlamaya çalışıyor. Öyle görünüyor ki, bunu anlamaya çalışanlar da sadece MHP seçmenleri. Hal böyle olunca bedellinin toplumumuzda açacağı yaraları ve bunun sonuçlarını kavrayamayan halkımız hükümetin bu oldu bittisine de boyun eğecek.


Sivil dikta rejiminin tüm icraatları gibi bunu da sinemize çekeceğiz. Fakat sinemize çekemeyeceğimiz bir konu var. Bedelli askerlikten yaklaşık 200 bin kişi yararlanacak. Bu 200 bin kişiden elde edilecek gelir ise, oldukça önemli bir miktar. Açıklanan rakamlara göre bedelli askerlikten elde edilecek gelir 2.5 milyar AVRO. Kişisel olarak bu rakamı ilk duyduğum vakit aklıma Çukurca şehitlerinde Sakaryalı Piyade Çavuş Birol Elmas geldi. Birol Elmas terhisine 120 gün kala hain bir saldırı sonucu şehit düşmüştü. Şehidimizin üzüntüsü onun hikayesini öğrenince katlanarak arttı. Gazeteler şehit Birol Elmas'ın Sakarya'da biri engelli üç çocuğu ile birlikte yaşadığı evinin elektriğinin borçtan dolayı kesik olduğu haberini geçmişlerdi. Birol Cavuş'un şehadet haberi gelir gelmez ilgili kurum elektriği açmış ve aslan gibi oğlunun şehadeti sayesinde annesi Mübyen Elmas ve çocukları elektriğe kavuşmuşlardı. 


Aslında sadece Birol Çavuş değil, şehit olan ve şehit olması olası olan bütün askerlerimizin durumu ondan farksız değil. Kiminin elektriği kesiliyor, kiminin, suyu, kiminin telefonu... Kimi evine kömür alamıyor, kimi ekmek parasına muhtaç. Anlayacağınız fukara milletin fukara askerleri onlar. Zenginler için bedelli bedelsiz farketmiyor onlar bir yolunu bulup evlatlarını ŞEHİT ya da GAZİ olmaktan koruyorlar(!). Çürük raporu alıyorlar, yurtdışına eğitime gidiyorlar, bir üniversiteyi bitirip bir diğerine başlıyorlar, vs vs... 


Şehit Çavuş Birol Elmas'ı anımsadıktan sonra 2.5 milyar AVRO tutarında bedelli gelirini de düşününce neden olmasın diye soruyorum kendime. Evet neden olmasın!? Bedelli askerlikten elde edilecek gelir askerlik görevini yan gelip yatmadan (!) kelle (!) koltukta yapan ve ailesinin maddi durumu kötü olan Mehmetçiklerimizin evlerindeki elektrik, doğalgaz, telefon ve su paralarının karşılanması için kullanılsa olmaz mı sizce!? Muhtarlıklar ve Kaymakamlıkların ortak çalışmaları ile geçim sıkıntısı çeken asker ailelerinin en azından hayati önem taşıyan bu dört ihtiyaçları bedelli askerlik sayesinde toplanacak paralarla karşılansa, askerlik süresince müstakbel şehit ve gazilerimizin evlerinde, "Elektriğimiz kesilecek mi, suyumuz, doğalgazımız, telefonumuz kesilecek mi, sobamıza kömür alabilecek miyiz!?" tarzındaki endişeleri o insanlara yaşatmasak, bedelli askerliğe kim karşı çıkar!?


Bu önerimin kabul görmeyeceğinden gündeme dahi gelmeyeceğinden adım gibi eminim. Yine yazmak söylemek gerek. TBMM'de en azından konunun milletin kürsüsünden dile getirilmesi için de gerekli girişimleri yapacağım. Umudumuz o dur ki, evlatlarını dünyanın en iyi okullarında okutan, onlara gemicikler alan Başbakanımız bu önerimizi duyar, insafa gelir ve doğru bir karar verir...

8 Kasım 2011 Salı

Kız kısmısı!... (Kız çocuğuma...)

İstanbul'daki Eskişehirsporlu kardeşlerim;
- Abi bir halı saha maçı yapalım
Dediler. Ben de;
- Pekala pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, yapın hazırlıklarınızı göstereyim size gününüzü
Dedim.
Hazırlıklar yapıldı. Maç günü saati ayarlandı. Mecidiyeköy civarında bir halı sahada oynayacağız. Gençler benim göbekli halime aldanıp, bizim takımı yeneceklerini hayal ediyorlar. Akşam saatlerinde Mecidiyeköy'de buluşuyoruz. Genç kardeşlerim yavaş yavaş gelmeye başladılar. Maç öncesi yorumlar, iddalaşamlar sürüp giderken, birden hiç de alışık olmadığım bir durum çıktı karşıma. Bizim Erhan, yanında bir kız çocuğuyla geldi. Ufak tefek çelimsiz bir kız çocuğu. Baştan aşa siyah kırmızı giyinmiş. ESES forması, kaşkolu, beresi... Her şeyi sevdanın renklerinde. Erhan bir bir tanıştırdı. Adı Seval'miş... Tanıştım tanışmasına da bir yandan da kızdım. Erhan'ı çağırdım bir kenara:
- Evladım bu kim la! Bunca erkeğin içinde ne işi var kız kısmısının!!!
- Reis, bende yeni tanıştım, fanatik ESES'li, cok da iyi biri
- Oğlum bunun anası babası yok mu, bu saatte bunca erkeğin arasında bir başına bir kız çocuğu olur mu hiç!!
Erhan zavallım, cevap veremedi. Çaresiz kız çocuğunun yanına gitti. 
Ben centilmenliği elden bırakmadım. Hem taraftar desteği almak için, hem de bize yakışır bir hal olsun diye rakip takımla birlikte kız çocuğuna da bir demet çiçek aldım ve maç öncesinde taraftar tribününe giderek verdim çiçeği. Diğer demeti de rakip takıma verdik...
Çiçekler boşa gitti. Kız çocuğu Erhan'ın oynadığı takımı destekledi. Maçı muhtemelen biz kazandık. Bir iki de gol atmıştım yanlış hatırlamıyorsam. Yanlış hatırlasam da atmışımdır. koskoca adam yalan söyleyeceğim yani.
Neyse bizim "Kız kısmısı" lafımız almış yürümüş. Maç sonrası günlerde herkesin dilinde bir "kız kısmısı" almış yürümüş. Aradan birkaç gün geçti. Erhan o kızçocuğuyla benim dükkana geldi. 
Maç günü "kız kısmısı" diyerek kızdığım o çelimsiz kız o günden itibaren benim kızçocuğum oluverdi. Kız çocuğu aşağı, kız çocuğu yukarı... Geldi kız çocuğu, gitti kız çocuğu... O artık her yerde kız çocuğu... 
Her şey sanki dün gibi. Bir bayram sabahı, onun doğum gününü kutladığımız şu saatlerde geriye dönüp baktığım vakit o kadar çok şey yaşamışız ki, onca yaşanmışlıklar bu kadar kısa bir zamana nasıl sığdı, şaşmamak elde değil... Gelinciklerin rüzgarla seviştiği anlarda, biz birlikte hasretlerimiz için ağladık. Bazen inadına güldük. Maske taktık bazen, maskeleri uçurumlardan attık bazen... Cumbalı evin bahçesindeki incir ağacının gölgesinde bıraktığımız sevdalarımızı aradık birlikte. Beşiktaş'ta bir kafenin zift gibi çayını tatlandırdık ayrılığın gözyaşlarıyla. Umutsuz bir sevdanın peşinden nice yollar katettik. Yol verdik umutsuz sevdalara. "Bıraktık gitsin bakalım gidebildiği kadar" dedik. Bazen "Çekip gitmeyi" koyduk kafamıza. Bazen de yığılıp kaldık sırtımızdaki yükün altına. Uzak deplasmanlara gittik, kara&kızıl sevdamızın peşinden... Kimsenin görmediğini gördük, kimsenin bilmediğini bildik, kimsenin sevemediğini sevdik. Taksim'de yağmur damlalarıyla uzun sevişmelere dalan Manolya yapraklarını ilk biz sevdik, hatta en çok biz sevdik... Saint Antuan'daki mumları en arzulu biz ateşledik, Eyüp Sultan'da en yürekten yakarışları biz yaptık. 


Ben yıllarca Tanrı'ya yakardım, bir kız kardaşım olsun istedim. Ama hiç usanmadım hep istedim. Ve Rabbim bana onu verdi. Kız kardaşım sayesinde anladım ki Tanrı kız kısmısını onca erkeğin arasına yollasa bile varmış bir hayır. Hani zat-ı muhterem demiş ya "Görelim mevla neyler, neylerse güzel eyler" Allahım sana binlerce, milyonlarca şükürler olsun ki, dualarımı kabul ettin ve bana canımdan can bir kızkardaş verdin. 


Yeniden hoş geldin gönlüme canım kızkardaşım...

4 Kasım 2011 Cuma

Hangisi "İyi Hal"li: Tecavüzcüler mi, BJK Taraftarı mı!?

İleri demokrasi çağında olan ülkemizde garipliklerin ardı arkası kesilmiyor. Bu hafta içersinde 13 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz eden yaratıkların iyi halden dolayı bir kısımının salıverildiğini bir kısımının ise, cezalarının yüzde 50 düşürüldüğünü hep birlikte medyadan izledik. Üstelik bu "iyi hal"li yaratıklar o çocuk ile ters ilişkide bulunmuşlar ve bu sebepten dolayı çocuk ameliyat geçirmek durumunda kalmış. Böylesine "iyi niyet"li yaratıklar senelerdir insanlara suçlarını dahi söyleyemeden tutuklanmalarına karar veren bizim yüce mahkeme heyetlerimizden birisi tarafından "iyi hal"li bulunmuşlar. Bu yaratıklar o çocukla ters ilişkiye girmek ve o ters ilişki sonrasında çok ağır fiziki tahribata yol açmak için o günahsızdan "Rıza" almışlar. Yani o günahsız çocukcağız mahkeme heyetine göre kendisine tecavüz etmek isteyen iyi halli adamlara "evet bana tecavüz edebilirsiniz, hatta 35-40 kişi toplanın ki vereceğiniz tahribat daha ağır olsun.." demiş, böylece rıza göstermiş. Merak ediyorum acaba bu kararı veren mahkeme heyetinin çocukları var mıdır!? Varsa eğer o çocuklar bu kararı veren ana ya da babalarının yüzlerine tükürmüş müdür çok merak ediyorum...


Günlerdir yazılı ve görsel medyada bu konu tartışılıyor. Tüm bu tartışmalar arasında 3 Kasım 2011 akşamı televizyon kanalının birinde bir alt yazı gözüme takıldı. Alt yazıyı tam üç kere tekrar okuyup anlamaya daha doğrusu doğru anlamaya çalıştım. Anladığım şuydu: "BJK-FB maçı sırasında Van Depremzedelerine yardım amacıyla atkı ve berelerini sahaya atan BJK taraftarı PFDK tarafın Disiplin Kurulu'na verilmiş ve BJK takımının para cezası ile cezalandırılması bekleniyormuş..."


Vay anasına sayın okuyucular.... Demek ki ileri demokrasi böyle bir meretmiş. Hele şu BJK taraftarının ettiğine bakın. Vay alçak, hainler vay... Ulen siz nasıl olur da böylesine bir "kötü hal" içine düşersiniz. Rakip taraftarla kavga etmek, adam bıçaklamak, yağla yapmak, küfür etmek, tecavüz etmek gibi "iyi hal"ler varken siz nasıl olur da böylesine bir "kötü hal" içerisine düşersiniz. Sizi bir disiplin kuruluna verelim ordan en üst düzeyden bir ceza kestirelim de görün dünyanın kaç bucak olduğunu. 


İşte böylesi bir hal içine düştük değerli dostlar. Tecavüz edenler "iyi hal"den ceza indirimi ve salıverilme ile ödüllendiriliyorlar, Van'daki kardeşine yardım amacıyla bir eylem yapanlar ceza kuruluna sevk ediliyorlar. Disiplin Kurulu BJK'ye ceza verirse o zaman ileri demokrasinin tadını çok daha iyi çıkaracağız demektir.


Bu noktada Türkiyemiz'de bütün taraftar guruplarının ortak bir tavır ortaya koymalarını bekliyor ve öneriyorum. Bu hafta oynanacak tüm maçlarda, Süper Lig'den Amatör Küme maçlarına kadar tüm maçlarda taraftarlar atkı ve berelerini Van'a yardım amacıyla sahaya atsınlar. Bütün takımlar disiplin kuruluna verilsin ve tahsil edilecek paralarla TFF "Bayram" etsin... TFF'nin bayramını da bu şekilde kutlamış oluruz... Ben bir Eskişehirspor sevdalısı olarak bu hafta takımımın maçına gidemeyecek olsam bile İstanbul'da en kötü ihtimalle bir amatör küme maçına gidip atkı ve beremi sahaya atacağım. TFF'nin BJK taraftarına yapmış olduğu bu cezalandırma aslında tüm insani değerlerimize karşı yapılmıştır ve buna karşı hepimiz ortak tepki göstererek gereken cevabı vermeliyiz...


TARAFTAR UYUMA TARAFTARINA SAHİP ÇIK, BERENİ VE ATKINI SAHAYA AT!!!

31 Ekim 2011 Pazartesi

Şehit Bingöl Belediye Başkanımız Hikmet Tekin'i rahmetle anıyoruz...


1950 yılında Bingöl'de doğan Hikmet Tekin Üniversite mezunudur. 1977 Belediye seçimlerinde, MHP'den Bingöl Belediye Başkan adayı olmuştur. MHP'nin Bingöl'de %33 oy oranı ile birinci parti olmasıyla birlikte Bingöl Belediye Başkanlığı'na seçilmiştir.

MHP'li Bingöl Belediye Başkanı Hikmet Tekin, olay günü bir ziyaretten otomobiliyle dönerken yaylım ateşine tutularak şehit edildi. Olayda, Hikmet Tekin'in annesi Hamdiye Tekin ve kardeşi İhsan Tekin de şehit oldular. Cenazesi Bingöl'de toprağa verildi. Ruhu şad olsun.

BİR ŞEHİDİN ÖYKÜSÜ

1976 senesinin sonbahar aylarıydı... İstanbul'a gelirken Cezayir Baysal isimli Bingöl'lü arkadaşım, Hikmet Tekin'e bir mektup yollamıştı. Bu vesile ile tanışmış ve köklü bir kardeşlik oluşturmuştuk. Bazen Beyazıt semtinde ki "küllük" isimli kafeterya'ya birlikte gider saatlerce sohbet ederdik.

1977 yılının başlarında, İstanbul'daki Atatürk Öğrenci Sitesi müdürü rahmetli Oktay Aras idari binada bir odayı bize tahsis etmişti. Yanımızda ki odada ise Hikmet Tekin kalıyor aynı zamanda yurdumuzun ikinci müdürlüğünü yapıyordu. Bizde yurtta spor faaliyetlerini yürütürdük. On bloktan oluşan AÖS ağır bir çatışma ortamının sinyallerini veriyordu. Onuncu blokta Polis , dokuzuncu blokta ise kızlar kalmakta idi. Bir, iki, üç ve sekizinci blok bizde diğer dört blok ise komünistlerde idi. Yurt kapısının girişinde ufak tefek çatışmalar oluyor fakat topyekün bir kavgaya dönüşmüyordu. Beyazıt bölgesine giden Sabah 8;15 otübüsü bizde, 8;30 ise karşı gurupta idi.


Nihayet o kutsal gün gelmiş "yurt ya bizim ya hiç kimsenin" sloganı her tarafı kaplamıştı. İki tarafta bu güne hazırlanmış ve kozların paylaşılacağı muhteşem an gelip çatmıştı. Üç gün üç gece devam eden ve ağır silahların kullanıldığı bu çatışmanın orta yerinde Hikmet Tekin ve başkan konumunda ki bir kaç kişiyi, açtığımız bir güvenlik koridorundan lojmanların olduğu arka tarafa geçirmek istediğimizde hepsi buna karşı çıkmıştı. Hikmet Tekin kavga gürültüyü sevmeyen ama inadına cesur ve yiğit bir ülkücüydü. Bize ;


-Siz burada ateş yağmuru altında iken ben nasıl bırakıp giderim, binlerce can verdiğimiz bu yüce vatan toprağına bir de Hikmet Tekin verseniz ne çıkar. 


-Aman abi ağzından yel alsın diye söze atıldı "Ringo Metin". Metin de Bingöllü idi ve o da birkaç ay sonra vurularak şehit olacaktı. 


Üçüncü günün sonunda karşı taraftan ateş kesilmişti, neden sonra dört bloğunda boşaltıldığı ve yurdun tamamında ülkücülerden başka kimse olmadığını farkettik. Kale artık bizimdi ve nazlı bayrağımız dalgalanmaya başladı.


Biz o dönemlerde hapishane ye düştük. Seçimlerde Hikmet Tekin Bingöl'den Belediye Başkan adayı idi ve biz sonuçları radyolardan merakla takip ediyorduk. Hikmet Tekin Bingöl Belediye Başkanı seçilmiş ama sevincimiz fazla uzun sürmemişti. Kalleş pusu onu 13.08.1979 günü yolda yakalıyor ve ailesi ile birlikte şehit ediliyordu...


Yusuf Ziya Arpacık...

24 Ekim 2011 Pazartesi

Satışa geldik; Hedef UEFA Kupası...

Futbolun endüstrileşmesi sürecinde spor tarihimizde çok büyük manevi değerlere sahip olan güzide kulüplerimizden biri daha satıldı. 1921 Yılında kurulan Kasımpaşa Spor Kulübü geçtiğimiz günlerde Ciner gurubuna satıldı. Önümüzdeki günlerde yapılacak olağanüstü genel kurul ile bu satış gerçekleşecek ve takımın yeni sahipleri işbaşına geçecekler. Dünya genelinde bu tür satışlar son derece normal karşılanıyor ve taraftarları da oldukça mutlu ediyor. Ancak manevi değerlere daha çok önem veren ülkemiz insanı ise, yıllarca yağmur çamur demeden peşlerinde koştukları takımlarının kendilerinden başka bir sahibinin olmasını pek kabullenemezler. İşte ben de bu guruba dahil oluyorum. Her ne kadar Eskişehirspor sevdalısı da olsam doğup büyüdüğüm semt olan Kasımpaşa'nın spor kulübünün bir şahsa satılmış olması, bu takıma gönülden bağlı olan taraftarların dışında bir sahibinin olması kabul edilemez gerçeklerden biri oluyor bizim için. Üstelik bu takımın yeni sahibinin bir başka takım taraftarı olması daha da acı bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yakınlığı ile bilinen Turgay Ciner'in BJK taraftarı olduğu da herkes tarafından biliniyor. Turgay Ciner ve ekibi satışın gerçekleşmesiyle birlikte verdikleri ilk beyanatlarında hedeflerinin çok büyük olduğunu söylediler. İlk hedef elbette süper lige çıkmak olacak. Daha sonraki hedeflerini ise, UEFA kupası olarak ortaya koyuyor Kasımpaşa'nın yeni sahipleri. Elbette bunlar kulağa hoş gelen, insanların gönlünü okşayan söylemler. Fakat Kasımpaşa taraftarı Turgay Ciner ve ekibine asıl hedefi, hatta en büyük hedeflerini en kısa zamanda verecektir. Bu nedef şudur: Turgay Ciner ve ekibi sportif başarıdan önce taraftarın bazı manevi değerlerini göz önünde bulundurmalı ve Kasımpaşa dışında herhangi bir kulübe olan kongre üyeliklerini ve gönüllerindeki sevgiyi silip atmalıdırlar. Yani öncelikle Kasımpaşalı olmalıdırlar. Bunu bşaramazlarsa hiçbir sportif başarı Kasımpaşa taraftarını yanlarına çekmeye yetmeyecektir. Turgay Ciner ve ekibi sportif başarılara yönelik hedefleriyle değil "Kasımpaşalılık"larıyla Kasımpaşa STadı'nın "şeref" tribününe oturmalıdırlar. Bunu başarabildikleri zaman taraftarın manevi değerlerine sahip çıkmış olacaklar ve camiada özlenen birlik ve beraberliği de sağlamış olacaklardır. İşte o zaman Kasımpaşamız'ın önü açılır ve her türlü sportif başarı kendiliğinden gelir.


Bu vesile ile, Kasımpaşa Spor Kulübü'nün yeni yönetimine başarılar diliyorum...

22 Ekim 2011 Cumartesi

Fakirsen vatan sağolsun, zenginsen canın sağolsun....

Ne oluyorsa fakire fukaraya oluyor. Elbette bu vatan topraklarında yaşıyorsak bunun bedelini de seve seve ödeyeceğiz. Fakat öyle anlar oluyor ki, insanın canına tak ediyor. Yaşadığım yıllar boyunca var olan bütün hükümetler döneminde gördüm ki, zengin daha zengin oluyor fakir ise daha fakir...

 Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir minik haber okumuştum. Mevcut Hükümet döneminde 4 bin civarında yeni zengin türemiş. Zengin derken banka hesapları milyon TL'yi aşanlardan bahsediyoruz elbette. Bir apartman dairesi alabilen zengin(!)lerden değil. Peki fakir fukara ne yapıyor bu arada? Aşevlerinden dağıtılan yemekleri almak için sokak köşelerinde bekliyorlar ellerinde sefer tasları ile. Ekmek torbaları doldurmak için bekleşiyor fukara kadınlar yollarda. Elektrikleri kesiliyor. Telefonları kesiliyor. Suları kesiliyor. Doğalgazı halen lüks olarak gören milyonlarca aile var aramızda. Hasta çocuğunun ilaç parasını toplayabilmek için Cuma namazlarında imamlara ricada bulunanlar var. Kış kapıya dayanmışken Fakfunfon'dan dağıtılacak kalitesiz kömürleri bekleyenler var. Okula giden çocuklarının ceplerine harçlık koymaktan aciz insanlarımız var halen. Bit pazarından ayakkabı, ceket, pantolon alıp giyenlerimiz var. Var Allahım var...

Fakirin bir de vatan borcu var. Son saldırıda şehit olan askerlerimizin yaşamlarını kısaca da olsa yazdı gazeteler. Hepsi fukara... Hele öyle bir tanesi vardı ki, yüreklerimizi sızlattı ailesinin durumu. Oğulları asker ocağında vatan için canını verirken onların kulübe tarzı evlerinde elektriklerini kesmişlerdi borçlarından dolayı. Bu askerimizin şehit olduğu bölgede ise kaçak elektrik kullanımı yüzde 70'lere varmış. Onlar da fukaralıktan kaçak kullanıyorlar her halde... Oğulları şehit olunca devletimiz sahip çıkmış aileye ve elektriklerini açmışlar hemen. Aman Tanrım ne büyük lütuf. Ne demeli şimdi o insanlar! "İyi ki evladımız vatan için canını verdi yoksa elektriksiz kalacak belki de borcunu ödeyemeyip hapislere düşecektik" mi demeliler acaba!?

Ey devleti yönetenler. Ey bu millet için en kutsal değer olan devletimizi yönetenler. Oğullarınıza gemicikler alırken, oğullarınızı kızlarınızı Amerika'larda okuturken, evlatlarınızı 18 yaşında devlet kurumlarında genel müdür yaparken, bu vatan için canını vermeye hazır olan, canını veren Mehmetçikleri de düşünseniz azıcık. En azından kaçak elektrik kullanımına engel olmadığınız kadar merhametli davranıp asker aileleri için elektrik, su, doğalgaz konularında biraz yardımcı olsanız. Bakın onlar gemicik falan peşinde değiller. Evlatları asker ocağında vatan için canını vermeyi beklerken en azından devletten aldığı bazı hizmetlerin altında ezilmesinler yeter...

Ne gariptir ki, bugüne kadar şu yeni türeyen zenginler gibi zenginlerin evlatları bu vatan için şehit olamıyorlar. Belki askerlik bile yapmıyorlar. Belki sebebini bile bilemeyeceğimiz bir çürük raporu alarak kayak merkezlerinde günlerini gün ediyorlar. Bir de bedelli askerlik konusu var tabii...

Dağa çıkıp, PKK'nın yalanlarına kanıp Mehmetçik ile savaşa kalkışanlarda hep gariban. Onların da anaları babaları köylerinde yokluk içinde yaşamaya çalışıyorlardır. Üç kuruş ekmek parası için kim bilir hangi ağaya ırgatlık ediyorlardır, Allah bilir. Fukaralıktan kanmışlar onlar da PKK'ya çıkmışlar dağlara. Onlara da aynı şeyleri söylüyorlar, özgürlük, hak, hukuk, cart curt...

Hasılı kelam, fakirsen ver canını vatan sağolsun, zenginsen ver paranı canın sağolsun....

20 Ekim 2011 Perşembe

Benim için ölme, benim için öldürme!!!

PKK kurbanı öğretmen Dilek Kerman
19 Ekim 2011 akşamı, yani 24 askerimizin şehit edildiği günün akşamı... TV ekranları yine tam bir curcuna yeri. Her kanalda birileri çıkıp martaval okuyor yine... Kumanda elimizde kanal kanal dolaşıyoruz. İlk olarak CNNTÜRK kanalında Ahmet Hakan'ın programına takıldık. MHP Iğdır milletvekili konuşuyor. Olağanüstü halin bölgede bir an önce ilan edilmesini savunuyor. Karşıt görüşte olanlar zamanında uygulanan olağanüstü hal uygulamasının yanlışlarından dem vuruyor. MHP'li vekil o yanlışları siz yapmayın, o yanlışlardan ders alın ve doğrusunu yapın diyor ama anlamak isteyen yok. OHAL'den herkes korkuyor. Peki ne olmuştu OHAL döneminde!? "0" şehit... AKP Hükümeti ile birlikte OHAL kaldırıldı ve kendisini feshetme aşamasına gelen PKK yeniden eylemlere başladı. Pkk'nin faiili meçhul cinayetleri yeniden başladı. Asker, polis, öğretmen, ebe, doktor, hemşire, kadın, bebek, köylü... Onlar için farketmiyordu. OHAL kalkmış ve yeniden kudurmuşlardı. AKP'nin onlar için yapmış olduğu bu önemli hizmet AKP iktidarı süresince büyük bir nimet olarak duruyor bebek katillerinin önünde... Ve bugün onlar OHAL'den korkuyorlar. Neden korkuyorlar acaba? Askerimizi, polisimizi, kadınımızı, bebeğimizi öldüremeyecekleri için mi!?...

Program konukları arasında genç bir bayan var. Yeni bir oluşum başlatmışlar. PKK'ya çağrı yaparak "Benim için ölme, öldürme" diyorlarmış. Aman efendim ne güzel diyorsunuz değil mi!? Bir gurup Kürt vatandaşımız kendileri için savaştıklarını söyleyen bebek katillerine "Benim için ölme, kadın öldürme, bebek öldürme, asker, polis öldürme kardeşim" diye sesleniyor. İlk etapta bizim de kulağımıza hoş geliyor. Bu genç kadına söz verildiği vakit gerçek niyetleri ortaya çıkıyor bunların. Söylediği birçok söz beni çok da ilgilendirmedi aslında. Çünkü hep aynı şeyler söyleniyor. Sevgi, barış, kardeşlik, cart curt... Bu genç kadın onca lakırdının içinde öyle bir söz etti ki, o an kan beynime sıçradı. Fakat her ne hikmetse ne orada bulunan konuklar ne de ekranları başında izleyen ulusumuz sanki benim duyduğum o sözleri duymamış gibiydiler. Ne dedi bu genç kadın? Aynen aktarıyorum: "Bugün ülkenin birçok yerinde Kürt halkı ırkçı bir saldırıya uğrama korkusu ile evine giderken..." Vay anasına arkadaş yahu... Biz hangi ülkede yaşıyoruz. Bu genç kadın neden bahsediyor. Hangi Kürt vatandaşımız bu korkuyu hissediyormuş bunu da çıkıp bir tek örnekle göstersene be kadın! İşte bunların gerçek niyetleri budur. Bu tür söylemlerle Türk-Kürt çatışmasını sağlamak, olayı sokağa dökmek ve bir iç savaş ortamı yaratmak. Bugün her Türk'ün canı kadar sevdiği bir Kürt vardır. Arkadaşıdır, dostudur, yavuklusudur, karısıdır, kocasıdır, akrabasıdır, komşusudur... Hiçbir Türk bir Kürt kardeşi için ırkçı düşüncelere kapılmamıştır, kapılmayacaktır. Yok sizin Kürt diye tanımladıklarınız sadece PKK'lılar ve onların sempatizanlarıysa o zaman haklısınız işte. Onlar evlerine rahat gitmesinler zaten... Bebek katilleri, kadın katilleri rahat uyumasınlar zaten...

Kumandamızı çalıştırıp başka bir kanala geçtiğimizde, güler misin ağlarmısın cinsinden bir görüntü çıkıyor karşımıza. TRT Haber... Halkımızın parasıyla iktidar borazanlığı yapan TRT haberleri sunuyor. Spiker üzgün bir yüz ifadesiyle veriyor haberi. "Hain saldırı bakanlar tarafından da üzüntü ile karşılandı..." ve görüntüler geliyor. Bir bakan bir yerde halka hitap ediyor. Güya gözyaşlarını tutamamış. Ve haykırmış "Sözün bittiği yerdeyiz!" Vay anasına arkadaş yahu! Daha bir ay önce oraya gelmemiş miydik!? Yine mi oraya geldik. Orayı bir türlü geçemeyecek miyiz?!. Söz bittiyse ne olacak onu bir gösterseniz. Sözden sonra ne geliyor onu bir anlasak. Bu konuşan bir bakan yanlış anlamayın. Sayın başbakanımız da bir kaç hafta önce aynı şeyi demişti. Sözün bittiği yerdeyiz... Şehit sayısı çift haneli rakamları geçince bu söz çıkıyor hemen ortaya. 3-5 olsa söz bitmez daha. Ama 10'u geçerse söz biter. Tamam ona da eyvallah ama söz bitince ne oluyor. Şehit kanıyla çalışan uçaklar havalanıyor sanırım. Birkaç sorti morti, cart curt... Sonra!... 1 Şehit, 2 Şehit, 3 Şehit.... az olursa kimsenin sesi çıkmaz. TV kanalları önemsiz haberler arasında verir geçer, ama sayı artarsa orda söz biter... Yalan söylüyorlar asıl orada söz başlıyor. Cümle alem TV kanallarına koşturup laf salatası konusundaki maharetlerini sergiliyorlar...

Kumanda işini yapıyor, kanal kanal geziyoruz. TV programcısı Okan Bayülgen kendi formatının tamamen dışında bir program yapıyor. TV8'in habercileri konuk edilmiş. Bir de güvenlik uzmanı var. İlk olarak güvenlik uzmanına söz veriliyor. Güvenlik uzmanı bugüne kadar hiç söylenmemiş bir şey söylüyor. "Öldürenlere öldürdükleri insanların hayat hikayeleri okutulsun. Gazeteler şehit edilen askerin, polisin, kadının, bebeğin hayat hikayesini günlerce yayınlasınlar." Gerçekten ilginç bir yaklaşım. Bunun sebebini de şöyle açıklıyor güvenlik uzmanı: "Her insanda bir vicdan vardır. Bu teröristlerde sonuç itibariyle o bölgede yaşamakta olan sıradan bir insan iken dağa çıkıp terörist olmuşlardır. Onların da bir vicdanları vardır. Öldürdükleri insanları bir nesne olarak değil bir insan olarak görmeli ve o öldürdükleri insanların ömürleri boyunca neler yaşadıklarını öğrenmeliler. Nasıl yetiştirildiklerini, ne zorluklarla o yaşa kadar getirildiklerini bilmeliler. Ve en azından vicdanlarında bir soru işareti oluşmalıdır." Uzmanın bu sıradışı önerisi bana son derece makul ve mantıklı geldi...

Diğer kanalları da dolaştık tek tek. Birkaç kez dolaştık. Sonuç hep aynı: Martaval....

19 Ekim 2011 Çarşamba

O Çocukları...

Evvelden de aynıydı bunlar... Yani BEBEK KATİLLERİ... O Çocukları... Yani KADIN KATİLLERİ... O Çocukları... Yiğitlik, mertlik bunların kitabında yazmaz... O Çocukların kitabında kalleşlik, kadın katilliği, bebek katilliği vardır. Savunmasız, biçare kim varsa ona güçleri yeter... Hamile kadınları da öldürür bunlar... Sonra da sevinirler... Birbirleri ile haberleşirken sevinç naraları atarlar, gülüp eğlenirler... Onlar için bu gayet doğaldır, çünkü onlar O Çocuklarıdır... 

Bunların bir de şarlatanları vardır. Sağda, solda, içerde, dışarda, her yerde var onlar. Milletin parasıyla varlığını sürdüren devletin kanallarına çıkıp, "Onlar da insan, onların da sorunları var, onları da anlamaya çalışalım" tarzında süslü laflar ederler. Biz onlar insan değil demedik zaten hiçbir zaman. Onlar da insan elbette ve insanların O Çocuklarıdır onlar... Farkında olun lütfen isim zikretmiyorum, onların hepsinin ortak adı O Çocuklarıdır... Yedikleri çanağa sıçan O Çocukları... Bebeklerin, Hamile kadınların katilleri olan çocuklar onlar... 

Kasımpaşalı'nın bir lafı vardır, "bir insanın O Çocuğu olması için anasına çamur atmaya gerek yok" o insanlar kendiliklerinden O Çocukları sınıfına girebiliyorlar. Kendi seçimleri yani... Bu sınıfa dahil olmanın din, ırk, mezhep ya da ideoloji ile de alakası yok. Sadece insan olması yeterli. Diyorlar ya hep "onlar da insan" işte bu yetiyor zaten... 

Yaşananları derin bir üzüntü içinde izliyoruz. Hastalıktan kurtulmaya çalıştığım şu saatlerde bu yazıyı yazarken kanalları dolaşıyorum. o şarlatanlar halen çıkıp, bu terör sorunu değildir, bu sorunu demokrasi ve hukuk çerçevesinde çözmek gerekiyor diyorlar. Eyvallah... Eyvallah... Eyvallah... 

Devlet yetkilileri çıkıyor, aynı terane... Demokrasi, hukuk, cart, curt... 

Muhalefet çıkıyor, iktidar çıkıyor, asker çıkıyor, memur çıkıyor... Demokrasi, hukuk, cart curt... 

Anladık ulan anladık... 8 senedir aynı şarkıyı söylüyorsunuz... ileri demokrasi diyorsunuz... demokrasi ilerledikçe faili meçhul asker cinayetleri, faili meçhul polis cinayetleri, faili meçhul köylü cinayetleri, faili meçhul, bebek cinayetleri, faili meçhul kadın cinayetleri, faili meçhul hamile kadın cinayetleri sürüyor. Bitmiyor... Analar ağlıyor, yürekler yanıyor... Ciğerimiz dağlanıyor kızgın demirlerle, siz halen cart curt diyorsunuz... Kim çözecek bu sorunu onu da bir söylesenize... 

Demokrasi yok mu bu memlekette... Yoksa kim getirecek bu demokrasiyi... ABD'mi getirecek Irak'a getirdiği gibi... Hukuk yok mu bu devlette.... Meclis yok mu bu devlette... Milletvekilleri, hukuk insanları, bilim insanları, ekonomi insanları, terör uzmanları, vs vs vs... Siz çözmeyecekseniz kim çözecek bu sorunu... Ekranlara çıkıp konuştuğunuz kadar kolay ise, hadi çözüverin iki dakikada  şu faili meçhul cinayetler bitiversin... 

Sizin çözüm çözüm dediğiniz, demokrasi, hukuk laflarıyla süsleyip, saklamaya çalıştığınız çözüm bu vatanın topraklarından bir karışının bile koparılması ise eğer, o zaman Kurtuluş Savaşı'nı anımsatırım size... Bakın o zamanlar Mehmet Akif ne demişti leş kargalarına:
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!

7 Ekim 2011 Cuma

12 Eylül Şehidi Mustafa Pehlivanoğlu'nu Rahmetle Anıyoruz...

Mustafa PEHLİVANOĞLU ( 7 Ekim 1980 )

Ankara'nın Balgat semtinde oturuyor olup 22 yaşındaydı. Ülkücülük suçundan cezaevine girmiş ve idam cezasına mahkum edilmişti. Mamak Askeri Cezaevi'nde yatarken bir fırsatını bularak kaçmayı başardıysa da kısa bir müddet sonra tekrar yakalandı. 12 Eylül cuntası tarafından, idam edilmesi için verilen emir, 7 Ekim 1980 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde yerine getirildi ve sabahın erken saatlerinde asılmak suretiyle şehit edildi. Cenazesi, Ankara Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi.


    MEKTUBU

    Sevgili anneciğim ve babacığım, sizler beni bu yaşa kadar büyüttünüz ve yetiştirdiniz. Benim sizlere karşı islemiş olduğum hataları ve suçlarımı affedin. Hakkınızı helal edin. Ben sizlerin bir evladınız olarak, bugüne kadar Cenab-ı Hakkın ve Onun Resulünün, Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmadım. Alın yazımız böyle yazılmış. Kader ne ise onu çekeceğiz. Ben de kardeşim Haydar gibi bir an önce Allah'ın huzuruna çıkacağım. Eğer benim günahım varsa Cenab-ı Allah'ın huzurunda çekmeye hazırım. Yok, bir yanlışlık sonucu ölümüme karar verenler, idam edenler Allah'tan bulsunlar. Sunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa'lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah'a inananlarındır.

    Bunun için hiç üzülmeyin. Cenazemin arkasından ağlamayın, günahtır. Sizden ricam ağlamayın. Anne, sizlerle helalleşmek isterdim, fakat olmadı. Hakkım varsa, hepinize helal olsun, siz de helal edin.

    Son olarak, abime, yengeme, yiyenime, bacıma selam eder, haklarını helal etmelerini dilerim. Nişanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah'ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim. 


    Oğlunuz Mustafa

    7 Ekim 1980

    4 Ekim 2011 Salı

    Halil Ünal gidene kadar...

    Şeref, Haysiyet, Onur, İsyan, Sevda, Fedakarlık, Çile...

    Bu kelimeler biz Eskişehirspor sevdalıları için vazgeçilmez mefhumlardır. Şerefimizle üçüncü liglerde deplasmanlara gitmeye razıyız. Takımımız nerede olursa olsun, onurumuzu baş üstünde tutar ve Kara & Kızıl sevdamız için her türlü fedakarlığı yapar, her türlü çileye boyun eğeriz. Yeter ki, Yüksek Eskişehirsporluluk Bilinci ile yüreklerimizde yaşattığımız şeref ve onurumuz ayaklar altına alınmasın.

    Bugüne kadar Halil Ünal denen zat-ı muhterem'e her şeye rağmen sahip çıktım. Destek olmaya çalıştım kendimce. Takımın yakaladığı sportif başarılar hürmetine sessiz kaldım. Fakat bu zatın yapmış olduğu ve basına yansıyan son rezillik sabrımızı taşırmıştır. Artık defol git demenin, Eskişehirspor'un şerefli başkanlık makamını kendi rezilliklerine alet etme demenin zamanı gelmiştir.

    O makam futbolda Anadolu Devrim hareketini başlatan şeref abidesi merhum Dr. M. Aziz Bolel tarafından şereflendirilmiş, Eskişehirspor sevdalılarının yüreklerinde bugüne kadar yaşattıkları sevdaları ile taçlandırılmış kutsal bir makamdır. Pavyon köşelerinde kadın şarkıcılara fındık fıstık atarak sarkıntılık eden bir adamın o makamı kirletmesine asla ve asla izin verilmemelidir. Eskişehirspor sevdalıları bu rezilliğin hesabını mutlaka sormalıdır.

    O makam yakalandığı anamsız hastalığın pençesinde ölümle boğuşurken bile Eskişehirspor'u düşünen merhum Necdet Yıldırım ağabeyimizin makamıdır. O makam Siyah & Kırmızı renklerin başarısı için ter dökerken idman sahasında can veren futbol şehidimiz sevgili Sinan Alağaç'ın makamıdır. O makam Anadolu Futbol Devrimi'nin en büyük mimarlarından olan merhum Abdullah Gegiç ve Abdullah Matay'ın makamıdır. O makam Anadolu Futbol Devrimi'nin neferleri olan şerefli Eskişehirzspor formasını yıllarca sırtlarında onurlarıyla taşıyan, İsmail Arcaların, Fethi Heperlerin, Ender Koncaların, Vahapların, Abdurrahmanların, Doğanların, Müminlerin, Ayhan Aşutların, Koko Burhanların vs vs makamıdır... O kutsal makamı böylesine çirkefçe davranışlarla kirleten Halil Ünal defol git artık...


    O makam kilometrelerce yol gidip aç susuz, Kara & Kızıl sevdasını destekleyen, ceketini satan, evinin kiremitlerini satan, ailesinden vazgeçen, sevdiklerinden vazgeçen, manitasını terkeden, hasılı kelam dünya bir yana ESES bir yana diyerek o şerefli formanın peşinde koşan Kara&Kızıl sevdalıların makamıdır... O kutsal makamı böylesine basit ve adice davranışlarla kirleten Halil Ünal orada ne yüzle oturacaksın. Aziz Bolel başkanımızın kemiklerini sızlattığınız yeter, bırak git artık Allah aşkına!!!!


    Bu noktada taraftar olarak yapılması gereken birçok şey vardır. Benim acizane teklifim Halil Ünal gidene kadar maçlara girilmemesi yönünde olacaktır. Bu yüzden bu takım küme düşerse düşsün. Şerefimiz yerlerde sürünmesin o yeter bize!

    27 Eylül 2011 Salı

    Eskişehirspor’u ve sevdalılarını örnek almaktan korkmayın!...

    Ülkemizde futbol kültürünün içinde bulunan, az buçuk ucundan kıyısından futbol ile ilgisi olan herkes çok iyi bilir ki, Eskişehirspor ve Eskişehirspor sevdalıları bu ülkede futbol adına birçok ilklere imza atmış ve örnek davranışlar sergilemişlerdir. Kurulduğu günlerden bu yana Türk futbol kültürüne kazandırmış olduğu değerleri, yapılan ilkleri sıralamaya kalksak eminim arada unuttuklarımız olacaktır. Biz Eskişehirspor sevdalıları olarak yaptıklarımızı anlatmaktan ziyade yeni bir şeyler yapma peşinde koştuk bugüne kadar. Futbol kültürümüze sürekli yeni değerler kazandırma peşinde koşarken geçmişte yaptıklarımızı, futbolseverlerin değerlendirmesine bırakıyor ve adeta unutuyoruz…

    Pirimiz Amigo Orhan (Erpek)’in futbol kültürümüze kazandırdıklarını eskiler iyi bilirler, yeni nesil futbolseverlerimizin de biraz araştırmaları gerekirken, araştırırken öğrenmek en güzelidir. İngiltere kraliçesine Eskişehir’den çiçek göndererek, merhum futbolcumuz Necdet Yıldırım ağabeyimizin tedavisi konusunda hassasiyet göstermelerini isteyen ağabeylerimiz belki de bir kraliçeden mektup alan tek taraftar topluluğudur halen…

    Son günlerde ülke gündemine damgasını vuran ve tribünlerimizde küfür ve şiddetin önlenmesi yolundaki en önemli girişim olarak değerlendirilen BandoESES’i tüm Türkiye hayranlıkla takip ediyor. Tüm futbol eleştirmenleri ve spor insanları BandoESES’ten övgüyle bahsederken sporda şiddet ve küfürü önlemek için dev bütçeler hazırlayan ve harcayan ilgili devlet kuruluşları BandoESES’i delici (!) ve kesici (!) alet taşıyan potansiyel futbol teröristi (!) olarak görüyor ve deplasman maçlarında stadın çevresinde bile dolaşmalarına izin verilmiyor. BandoESES hiç de hak etmediği bu muameleye tabi tutulurken Galatasaray’ın Arena stadında insanların kafalarına rakı şişeleri yağıyor. Stad içinde satılan bu şişeler ise, ne hikmetse kesici ve delici alet kapsamına girmiyor. Bu da “Burası Türkiye” dedirten ilginç durumlarımızdan birisidir… Ordu’daki bir maçta da Eskişehirspor futbolcularının eli bıçaklı bir kişi tarafından saha içinde nasıl kovalandığını hepimiz biliyoruz. Onlar tehlike değil ama BandoESES’in müzik aletleri tehlike arzediyor ilgili devlet kuruluşlarına karşı…

    BandoESES’in maruz kaldığı bu muamele ülkemizin bir ayıbıdır. Sayın Başbakan bu olaya bizzat el atarak bu ayıbı temizlemeli ve TFF sporda küfür ve şiddetin önlenmesi adına harcanan milyonlarca liradan BandoESES’in yaşaması için pay ayırmalıdır. Biliyorum bu önerime Eskişehirspor sevdalıları mutlaka karşı çıkacaktır. “BandoESES sevdasını yüreklerine yazan biz Eskişehirspor sevdalılarının onurudur, gururudur, bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de biz BandoESES’i yaşatacağız” diyeceklerdir fakat ben artık BandoESES ulusal bir yapıya kavuştuğunu düşünüyorum. Ulusal Takım ve ve kulüplerimizin uluslararası maçlarında TFF tarafından BandoESES tribünlere davet edilmeli ve tüm ihtiyaçları karşılanmalıdır. İlk kurulduğu yıllarda Eskişehirspor da Eskişehir’in ve Eskişehirlilerin takımı idi fakat kısa bir süre sonra GS, FB, BJK’den sonra tüm Türkiye’nin gönlünü fethedip Eskişehir ili dışından çok büyük taraftar kitlesine sahip olarak Türkiye’nin takımı olmuştur. BandoESES de böyledir. BandoESES artık tüm Türkiye’nin sevgi ve hayranlığını kazanmış bir oluşumdur. Bu oluşuma herkes sahip çıkmak zorundadır…

    Eskişehirspor sevdalıları Türk futboluna her zaman güzellikler katmıştır. Bu güzellikleri taklit etmekten, örnek almaktan ve örnek göstermekten hiç kimse korkmasın…

    YAŞASIN ESKİŞEHİRSPOR!..

    25 Eylül 2011 Pazar

    Bir yanımda Arap Baharı, bir yanımda Okyanus Ötesi meltemi, umurumda mı şehit anasının feryadı...


    Sayın Başbakan günlerdir memlekette yoklar. Arap Baharı’nı teneffüs etmek üzere çıktığı önemli gezi Okyanus Ötesi’nde meltem rüzgarlarının ferahlığı ile devam etti. Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan muzaffer kumandan edasıyla çıktığı gezide Arap ülkelerinde kahraman gibi karşılandı. Bu karşılama törenlerini gördüğümüz vakit sanki AKP’li vatandaşlarımız Arap ülkelerine gitmişler gibiydi. Her yerde binlerce insan karşıladı kendisini. Aslında doğrusu da buydu. Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi ile aynı yıllarda kurulan Adalet ve Kalkınma Hareketi adlı illegal örgütlenme bu ülkelerde yıllar süren mücadele sonrasında ABD, NATO ve Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin destekleri ile isyan başlatmış ve binlerce insanın katledildiği iç savaşlara dönüşen bu isyan hareketlerinin sonunda mevcut iktidarlar devrilerek Adalet ve Kalkınma Hareketi liderleri iş başına geçmişti. Doğal olarak bölgedeki tek legal hareket olan Adalet ve Kalkınma Partisi lideri de bu ülkelerdeki başarılarını kutlamak üzere bu geziye çıkmıştı. Daha önce de belirttiğimiz üzere Adalet ve Kalkınma Hareketi ile ülkemizdeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin birçok benzerlikleri var. İsimlerindeki benzerliğin yanı sıra aynı yıl kurulmuş olmaları, amblemlerinin Türkiye’deki AKP’nin ampul diğer ülkelerdeki AKH’nin ise gaz lambası olması önemli ortak özellikler arasında... Bir diğer ortak özellik ise, AKP ve AKH’nin ılımlı İslam rejimini destekliyor olmaları.

    Hafızalarımızı biraz zorlayacak olursak Arap Baharı isyanları başlamadan önce de Başbakanımız bazı gezilere çıkmıştı bu ülkelere. Ve gittiği her ülkede ziyaretinin birkaç gün sonrasında isyan hareketleri başlamıştı. Tabii ki, bu yazdıklarımızın tamamı tesadüf (!) ve tartışmaya değer konular değildir. Eğer ki, tartışmaya değer konular olsaydı hem ülkemizdeki muhalefet partileri hem de ülkemizin aydınları bu konuları tartışmaya açarlardı!..

    Başbakanımız Arap Baharı havasını teneffüs ettikten sonra bir de Okyanus Ötesi meltemlerini teneffüs etmek istedi ve doğruca ABD’ye gitti. Burada kankası Barack Hüseyin Obama ile yaptığı görüşmede bacak bacak üstüne atarak ülkemizin onurunu kurtardı(!)… BM toplantısında yine atarlı giderli konuşarak ülkemizdeki AKP seçmenini etkiledi. Filistin’e sahip çıktı. İsrail’e gider yaptı… Savaş gemilerimizin Doğu Akdeniz’de turlayacağı sinyallerini verdi. İsrail’in gözünü korkuttu…

    Pekala bu arada sayın Başbakan’ın görev yeri olan Türkiye’de neler oluyordu!? Ülkemizde olanlar hepimizin malumu... Göreve geldiklerinde terörün büyük ölçüde tükendiğini, şehit sayımızın sıfırlandığını hepimiz anımsıyoruz. AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte başlatılan demokratik açılım ve Ergenekon rüzgarı ile teröristlerin korkulu rüyası olan Özel Harekat birlikleri dağıtılmış, terörist ile onların anlayacağı dilden mücadele yürüten ve terörü sıfır noktasına çeken rütbeli rütbesiz askerlerimiz bir bir cezaevine konulmuş ve geçen zaman içinde şehit sayımız yılda ortalama 70-80 civarına çıkmıştır. Bu durum bu yıl seçimlere kadar terör örgütü ile yapılan mutabakat sonucunda durmuş gibi görünmesine rağmen seçimler sonrasında terör örgütünün eylemleri yeniden başlamış ve hemen hemen her gün bölgeden şehit haberleri gelmeye başlamıştı. Terör örgütü asker ve polislerin yanı sıra sivil vatandaşlarımızı da katletmekten geri durmuyordu. Yıllardır terör olaylarını gündeme getiren muhalefeti “şehit kanı üzerinden siyaset yapıyorlar” zırvalığı ile susturan iktidar partisi bu süreçte şehit haberlerinin sansürlenmesinden, şehit cenazelerinde slogan atılmasına kadar birçok üstü kapalı yasaklamalarla halkımızın şehit haberleri karşısında sessiz kalmasını hedeflemiş ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bugün baktığımız vakit şehit haberleri karşısında, “vah vah yazık, Allah anasına babasına sabır versin” demekten öteye geçmiyor ve kanal değiştirip eğlence programı izlemeye devam ediyor. Göreve geldikleri günden itibaren şehit askerlerimizin Ergenekon (Yandaş bir TV kanalına göre “Erkenkondu”) terör örgütü (!) tarafından şehit edildiklerini söyleyen AKP’liler, bunlardan sorumlu tuttukları onlarca generali ve değişik rütbelerde asker ve polisi içeri attıktan sonra şehit haberlerinin artarak devam etmesi üzerine “bazı güçler”i ortaya attılar ve AKP’nin tamda barış ortamını sağlayacağı bir sırada terör olaylarının arttırıldığını söylüyorlar. Aslında geçtiğimiz yıllara baktığımız vakit terör olayları bu yıl artmış değil. Geçtiğimiz yıllarla aynı paralelde devam ediyor. Sadece taktik değişti. Seçim ya da referandum öncesinde duruyorlar daha sonra vuruyorlar. Karşılarında profesyonel terörle mücadele ekipleri olmadığı içinde tüm eylemlerinde emellerine ulaşıyorlar. Hükümet de sanki izledikleri demokratik açılım projesi bir dönem başarıya ulaşmışta “bazı güçler” bundan rahatsız oluyormuş gibi bir hava estirmeye devam ediyorlar.

    Son olarak, dün akşam saatlerinde 5 askerimizin şehit düşmesi sonucunda sayın Başbakanımız açıklama yapıyor. “Terör örgütü işini yapıyor, biz de işimizi yapacağız.” anlamındaki bu sözlerden ne anlıyoruz? Daha önceki şehit haberleri sonrasında da aynı söylemler yok muydu? Dünyayı başlarına yıkmayacak mıydık. Sonucu meçhul olan hava harekatı sonrasında kara harekatı yapılarak bunların kökü kazınmayacak mıydı? Kara harekatı için ne bekleniyor? Kuzey Irak’ta konuşlanmış olan terör örgütünün tamamen bölgeyi terk edip başka bir yerde konuşlanması mı bekleniyor?

    “Biz de görevimizi yapacağız” deniliyor ama ne yapacağımızı bir türlü kestiremiyoruz. Görünen o ki, tek çare bu hükümetin gelir gelmez dağıttığı ve hapse tıktığı Özel Harekat birlikleri yeniden göreve çağırılacak. Madem yeniden bu sistem getirilecek ve terör ile mücadelede en etkili yöntem buydu neden dağıttınız. Onlarca yiğidimizin şehit olmasına neden göz yumdunuz?

    Evet sayın Başkanımız Arap Baharı ve Okyanus Ötesi meltemi ile ferahlarken Türkiye’de terör artık her gün can almaya devam ediyor. Bunun yanı sıra ekonomi de allak bullak oluyor. Dolar büyük bir hızla yükseliyor, döviz mağdurları yeniden meydanlarda boy gösteriyorlar…

    Bir de füze kalkanı meselesi var tabii. Hani sayın Başbakanımızın sürekli gider yaptığı İsrail’in korkulu rüyası olan İran füzelerine karşı yıllardır ülkemiz topraklarına yerleştirmeyi düşündüğü ve bir türlü yerleştiremediği füze kalkanı rampaları… %99’u Müslüman olan bir ülkede bu rampaların konuşlandırılmasının ne kadar zor olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. İslam inancına göre lanetlenmiş olan Yahudilerin, bir Müslüman ülke olan İran’a karşı bu füze kalkanı rampasını ülkemiz topraklarına yerleştirmesi durumunu hiç kimse Türk Milleti’ne kabul ettiremezdi. Fakat “Van Minut” vakası ile başlayan senaryo sessiz sedasız füze kalkanı rampasının ülkemiz topraklarına yerleştirilmesi kararını çıkardı. Van Minut yetmiyordu tabii. Arkasından Gazze meselesi çıktı. Mavi Marmara gemisi yola çıkarıldı ve 9 insanımızın Yahudi canilerce katledilmesine adeta göz yumuldu. O gemideki insanların Yahudi cellatlar tarafından katledilmesini önlemek isteyen bir hükümet o gemi ile bağlantı kurar ve İsrail askerlerinin her türlü vahşeti yapmaktan geri durmayacaklarını söyleyerek son anda o gemiyi geri çekebilrdi. Tıpkı İran hükümetinin yaptığı gibi…

    İsrail ile ilişkilerimiz görünürde iyice gerilmiş ve elçiliklerin geri çekilmesi gündeme gelmişti. İsrail’den katlettikleri 9 vatandaşımız için özür dilemesini ve tazminat ödemesini istedik. İsrail üzüldüğünü ancak özür dilemeyeceğini çünkü bunun bir iç güvenlik meselesi olduğunu söyledi. Özür meselesi halen devam ediyor. Derken birden Filistin’in BM’ye üyeliği gündeme getirildi. Bu aralar bu konu gündemdeki yerini koruyor… Aynı günlerde Kıbrıs meselesi de gündeme geldi. Aylar önce Dışişleri bakanımız 2012’de Kıbrıs Devleti’nin geleceğini müjdelerken, bugün Kıbrıs Rum Kesimi ile atarlı giderli konuşmaya başladık. Muhtemelen bu atarlı giderli konuşmalarda Dışişleri Bakanımızın müjdelediği Kıbrıs Devleti’nin bir altyapısı olmalı. KKTC bitecek Rumlarla birlikte Kıbrıs Devleti kurulacak…

    İşte sayın Başbakanımız Arap ülkeleri ve ABD gezisini sürdürürken ülkemizde olanları böylece özetledik. Şehitlerimizin aziz ruhlarını saygıyla anıyor, Allah (CC)’tan yakınlarına sabırlar ihsan etmesini diliyorum. 

    20 Eylül 2011 Salı

    Bir Sözümüz Var...

    “Mektubuma başlamadan evvel, selam eder, hasretle gözlerinden öperim…”

    Genç arkadaşlarımızın bir çoğu bu cümleyi pek duymamışlardır. Duyanlar da biz yaşlardakilerin anılarını dinlemişlerse, ya da bizim gibi yazma meraklılarının anıları arasında duymuşlardır.


    İletişim teknolojisi günümüzdeki kadar gelişmemiş iken, herkes yazardı. Mektup en önemli iletişim aracımızdı. Aylar, yıllar süren hasretler, gönlümüzden dökülen inciler, beyaz kağıtta can bulur, ruh bulur hasretini çektiğimiz dostumuza, kardeşimize, anamıza, babamıza, yavuklumuza, hasılı kelam hasretinin yüreğimizi kor parçası gibi yaktığı kim varsa ona götürürdü bizleri. Mektup yazmak hayatımızda gerçekten çok önemli bir yer tutuyordu. Sadece mektup yazmakla kalmıyorduk tabii. Yazmak bir alışkanlık haline geliyor ve duygularımızı düşüncelerimizi kağıda dökmek için “kağıda kaleme sarılıyor”duk…




    Delikanlılık çağımızı anımsıyorum. Hepimiz aşıktık. Kimimiz mahallenin en güzel kızına, kimimizde ecnebi bir artize. Bir arkadaşım Prenses Diana’ya aşıktı mesela… Birisi Melike Zobu’ya, bir diğer arkadaşım da Filiz Akın’a aşıktı… Şiir defterlerimiz vardı. Defterin tek sayılara denk gelen tarafına şiirimizi yazar diğer tarafına ise, o şiire uygun bir resim yapıştırırdık…

    Sonra “aşkın para etmediğini” öğrendik. Aşık olduğumuz mahallenin en güzel kızları en zengin adamlarla bir bir evlendiler gittiler. Ezilmiştik… “Fakirsin dediler vermediler” edebiyatının en güzel dönemi olan Arabesk döneminin baş mimarları olduk. Sevda şiirlerinin yerini isyan şiirleri aldı. Mahallenin bütün çocukları cümbür cemaat isyana kalkıştık. Zeki Müren’i bıraktık, hepimiz Müslüm Baba’ya biat ettik. Jiletse jilet dedik, attık façayı…


    Sonraları varoş denilen kenar mahallenin çocuklarıydık. Fakirdik, görgüsüzdük, derbederdik, serseriydik ve en önemlisi isyankardık… Müslüm Baba da derdimize çare olmadı. İşi siyasete döktük…


    Attık kendimizi ortaya “Durdurun dünyayı ulen, bizim de sözümüz var” dedik ve başladık yazmaya. Anı defterleri edindik. Artık şiir yazmıyorduk. Kimimiz “Memleketi Gomünist’lerden kartarmaya” and içtik, kimimiz de “Emperyalist güçler ve faşist yandaşlarına” karşı mücadeleye giriştik… Defter kalem elimizden hiç düşmedi. Yazdık da yazdık… Bir ara yanlışa düştük… Yazmak çare etmiyor, vuruşalım diyenlerin gazına gelip, kalleş pusular kurarken, bir başka kalleş pusunun kurbanı olduk…


    80’lerin başında tepemize inen “darbe” ile kendimize geldik… Uğruna savaştıklarımız, dövüştüklerimiz, çarpıştıklarımız, can verip can aldıklarımız, kardeş kavgasının içine düştüklerimiz hem “Biz”i, hem “Onlar”ı idam sehpalarına konuk ettiler. Yağlı urganları boyunlarımıza geçirip bir ülkenin geleceğini darağacında sallandırdılar. İşkenceler gördük…


    En sonunda anladık ki, en doğrusu yine yazmakmış… Kalemin gücü hiçbir silahta yok derken, birileri çıktı, “kalem tükendi, yaşasın klavye” diye haykırdı… Öğrendik ki bilgisayar denen bir alet çıkmış… Mahalleden arkadaşım Mehmet bombayı patlatmıştı; “hadiyin len gavatlar, bilgi sayılır mıymış, hangi birisini sayacaksınız anasını satayım, dünyada kaç tane bilgi var siz nerden bileceksiniz ki!?” Bizim Memet doğru mu diyordu acaba!?...


    Sonraları anladık ki, Memet doğru demiş, bilgi sayalır mı hiç!? Ama bu alete de neden bilgisayar demişler onu halen anlayabilmiş değilim. Bir zaman sonra bilgi-sayar denen aletle de tanıştık. Bir taraftan “acaba insanlar yazmaktan vazgeçer mi” korkusu yaşarken, bir taraftan da teknolojinin bu büyük nimetinden daha çok faydalanabilmenin yollarını aradık.


    Sonraları teknoloji öylesine hızlı ilerledi ki, biz bile neye uğradığımızı anlayamadık. Bir de baktık elimizde cep telefonu denen bir alet, kısa mesaj çekiyoruz bir bayram sabahında yakınlarımıza. Yahu hani biz teknolojiye direnecektik. Hani biz bu “zibidiler” gibi eşimize dostumuza bayramlarda bile olsun KMS değil de posta kartı atacaktık. İşte o an bir şeyi daha anladık ki, teknolojiye direnmek mümkün değil. “O halde bu teknoloji en iyi bir şekilde kullanalım. İnsanlık için en faydalı şekilde kullanalım” dedik ve internet ile tanıştıktan sonra kağıt ve kalemin tahtının yıkılışına tanıklık ettik… Artık ne şiir defterlerimiz vardı, ne de anı defterlerimiz… Artık en iyi yazan kalemi aramıyorduk kırtasiyelerde… En hızlı internet sağlayıcısının peşindeydik…


    Elimizden kağıdı ve kalemi alsalar da biz yazmaktan vazgeçmedik. Artık internet üzerinden yazıyor ve düşüncelerimizi çok daha geniş kitlelere ulaştırabiliyoruz… Bir süre forumlarda yazdık, paylaştık düşüncelerimizi. Sonra Facebook… Twitter dedikleri mevzuya kafam basmadı bir türlü. Tek tek cümle yazmak da neyin nesi yahu. Kekeme gibi…


    Sağolsun, Bizim Beyoğlu gazetesinin genç sahibi Hüseyin Güven kardeşim
    ağabey facebook’ta olmuyor, insanlar yazılarınızı rahat takip edemiyor, size bir 'blog' açalımdedi. Biz de “Eyvallah” dedik ve O’nun değerli emekleri sonucunda bundan böyle gönül dostlarımızla bu blog vasıtasıyla düşünce ve duygularımızı paylaşacağız. Bir Sözümüz Var diyen tüm dostlarımı da burada konuk etmekten onur duyacağım…

    Sürç-ü Lisan eder isek, şimdiden affola diyelim ve okumuş olduğunruz bu ilk yazımızla hepinizi sevgi ve saygıyla selamlayalım… Hoş geldiniz dostlar…