17 Ocak 2014 Cuma

KASIMPAŞA YAZILARI - Karaburun'u Zehirlediler...

1976'nın yaz aylarıydı.
Hava ısındıkça Haliç'in kokusu daha bir keskinleşiyor, Hoca Ahmet Sokaktaki evimizin pençerelerini açamıyorduk. Hava sıcak pencereleri açıp, serinlemek istiyoruz ama nafile. Koku mahfediyor hepimizi. Sabah sabah bu kadar ağır kokarsa öğle sıcağında ne yapacaktık bilemiyorum.

Camdan dışarıya bakıp, bir arkadaşımın sokağa çıkmasını bekliyordum.
Birisi çıkarsa o da beni çağıracaktı.
Cama suratımı dayayıp, bir sağa bir sola bakınıp dururken, sokağımızın köşesindeki ahşap binada oturan İsmail'in bize doğru geldiğini gördüm.
Hemen mutfaktaki anneme seslendim:
- Anne ben sokağa iniyorum.
- Dur, demesine fırsat vermeden kapıyı çekip çıktım.

Merdivenlerden koşarak indim ki, annem yetişip arkamdan bir kere daha "Gel buraya kör olmayasıca" demesin...
***
Bir İsmail vardı, bir de ben.
Diğerlerinden ses seda yok.
Hadi onlar daha evdeler diyelim.
Ya da annelerinden izin alamadılar.
Peki Karaburun nerede!?
Karaburun sokağımızın köpeği.
Bizim de en sadık arkadaşımız.
Aslına bakarsanız sokağa ilk çıkan arkadaşımızı o karşılardı.
Hemen yanımıza gelir, başını öne eğer, kuyruğunu sallayıp, patileriyle adeta bize sarılmak isterdi.
Nerden baksanız yarım günlük hasret.
Hava kararmaya başlayınca bizler tek tek evlerimize girerken o tek başına sokağımızda kalırdı.
Sabahın erken saatlerinde de bizi görünce adeta uzun zamandır çok yakın bir arkadaşını gören bir insan gibi sevinirdi.
Bugün ise, Karaburun yoktu...
Meraklandık.
İsmail bir tarafa ben bir tarafa koşturmaya başladık.
- Karaburuuuunn gel gel gel oğlum...
- Karaburun nerdesin...
Yok bir türlü bulamıyoruz.
Çaydanlık Sokak'ın Kızılay Meydanı'na çıkan köşesine varmıştım ki, onu yerde boylu boyunca yatar vaziyette gördüm. Hemen seslendim:
- Karaburuuunnn, gel oğlum, gel hadi...
Dönüp bakmadı bile.
Kıpırdamıyordu.
Yanına varır varmaz boynunu okşamaya başladım. Sanki ince ince inliyordu.
Sesi de çok az çıkıyordu.
Acaba araba falan mı çarptı diye aklıma geldi.
Elimi vücudunun her yerine sürdüm hiç kan yoktu.
Belli ki hastalanmış dedim kendi kendime.
Napmalıydık acaba?
Karaburun'u nasıl iyileştirebilirdik ki?
***
Ben Karaburun'u ayağa kaldırmaya çalışırken İsmail geldi.
- Zehirlemişler oğlum bütün köpekleri. Arka mahallede de iki tane köpek ölmüş belediye zehirlemiş hepsini.
- Ama Karaburun ölmemiş bak sesi çıkıyor.
İsmail de hemen yanıma çömelip Karaburun'u sevmeye başladı.
Kötü bir şeyler olduğunu yeni anlıyorduk.
İkimizde arkadaşımıza sarılıp ağlamaya başladık.
Sanki Karaburun da bunun farkındaydı ve ince ince inlemeye devam ediyordu.
Biz öylece Karaburun'a sarılıp ağlaşırken bir ses duyduk.
- Çocuklar noldu o hayvana?
Ses tanıdıktı.
Ev sahibimiz Fatma Hanım'ın ta kendisi.
Çok sigara içerdi.
Sesi erkek gibi çıkardı.
Üstelik de küfürbazdı. Ama çocukları çok severdi biz de onu çok severdik.
Onu görünce daha çok ağlamaya başladım.
- Karaburun'u zehirlemişler diyebildim.
***
- Hay ben onların ........................! diyerek küfürü bastı.
Hemen o da yanımıza çömeldi.
- Evladım ölmemiş bu hayvan daha.
Dedi ve koca köpeği kucakladığı gibi bizim sokağa doğru koşturmaya başladı.
Koştura koştura bizim evin önüne geldik.
Köpeği Zeynep teyzenin penceresinin önüne yatırdı.
Hemen cama vurdu:
- Zeynep hanım bana hemen büyükçe bir soğanı ikiye bölüp getir !
Halbuki Zeynep teyze topaldı.
O kadar çabuk olamazdı.
Karşı binadaki dolmuşçu Zühtü beyin karısı çıktı kapıya.
- Ayol ne bu telaş Fatma, noldu bir yaramazlık mı var.
Fatma hanım yine küfürlü girdi lafa:
- Kadın hemen büyükçe bir soğan getir, kız Ayşeeeee sen de hemen bi tas yoğurt getir...
Dolmuşçu Zühtü beyin karısı ikiye bölünmüş soğanı getirdi.
Fatma hanım soğanı Karaburun'un burnuna dayadı.
Karaburun hiç tepki vermiyordu.
Fatma hanım soğanı iyice dayayıp sürtüyordu.
Nerdeyse koca soğanı Karaburun'un burnuna sokacaktı.
Sonra yoğurt geldi.
Fatma hanım soğanı bir kenara atıp hemen yoğurt tasını aldı.
Karaburun'un kafasını iki bacağının arasına alıp elleriyle ağzını açtı ve havaya doğru dikti.
- Ayşe şu kaşıkla dök yoğurdu hayvanın ağzına dedi.
Ayşe abla yoğurdu döküyor fakat yutamıyordu Karaburun.
Bir hamleyle kaşığı alıp yoğurdu kaşıkla boğazından aşağıya doğru iteliyordu.
***
Bir tas yoğurdu bu şekilde yedirdi.
Karaburun'un inleme sesleri biraz daha yükselmişti.
Hemen sarımsak istedi Fatma hanım.
Sarımsağı da hemen oracıkta bir taşla ezip Karaburun'un ağzına tıkıştırdı.
Bu arada Fatma hanımın küfürlerinden bütün belediye yetkilileri nasibini alıyordu tabii...
Ne Haliç'in kokusu kalmıştı, ne de hava neminin verdiği sıkıntı.
Fatma hanımın küfürleri şiir gibi geliyordu hepimizin kulağına...
Bir kaç dakika geçtikten sonra Karaburun kafasını kaldırmaya başladı.
Patileri hareketlendi...
Belki de o yaşıma kadar böylesi büyük bir mutluluk yaşamamıştım.
Karaburun kurtulmuştu.
Yeniden bizimle oynayabilecekti.
Bir kaç saat öylece yattı orada.
Fatma hanım ve bütün sokak sakinleri onun başında bekliyordu.
Hastane kapısında bir hasta bekler gibi.
Karaburun birden ayağa kalktı.
Sanki her şeyi biliyormuş gibi ilk Fatma hanımın ayaklarına dolandı.
Fatma hanım hepimizi kahkahaya boğan bombasını patlattı:
- Ulan deyyus bizim kemikleri yemezsin gider zaptiyelerin zehirli etlerini yersin ağzına tükürdüğüm eşşoğlusu...
Dedi ve Karaburun'un çenelerini iki eliyle tutup gerçekten de ağzına tükürdü...
***
Biz o gün çok mutlu olmuştuk.
Anlatılamayacak kadar, tarif edilemeyecek kadar mutlu olmuştuk.
Çocuk yüreklerimize yaşattığı o mutluluk yüzü suyu hürmetine inşallah Rabbimde onu ebedi hayatında mutlu eder...
Mekanın cennet olsun Fatma Hanım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder