27 Ocak 2014 Pazartesi

Son Umut, Son Kale; Milliyetçi Hareket...

İstanbul'un göbeği...
Bir linç girişimi...
Bir katliam...
Esenyurt'ta BDP'li bir gurup MHP Seçim İrtibat Bürosuna saldırıyor...
Taş, sopa ve silahlarla...
Hükümetin yalakası medya olayı çatışma olarak veriyor.
Karşıt gurupların çatışması...
Karşıt guruplardan biri belli:
Milliyetçi Hareket Partisi...
Peki ya diğer taraf?
İki karşıt gurup varsa ve birisi MHP ise, diğer karşıt gurup hangisi?
Yazmıyorlar.
Söylemiyorlar.
Konuşmuyorlar.
Çözüm süreci zarar görür diye MHP'ye saldıranların BDP'li ve Pkk sempatizanı olduklarını söylemiyorlar.
***
Pkk sempatizanları ne yaparlarsa yapsınlar halktan gizliyorlar.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin bir çok ilinde Pkk hakimiyet kurmuş durumda.
TC ibareleri tabelalardan kaldırılıyor.
Türk Bayrakları indiriliyor.
Ülkemizin başbakanı teröristlerle kol kola girip pozlar veriyor.
Başbakanın zevcesi teröristler için göz yaşı döküyor.
Pkk'nın baskınları eylemleri halktan gizleniyor.
Ve İstanbul'un orta yerinde;
Pkk sloganları atarak Ülkcülere saldırı düzenleniyor.
Taşlar sopalar ve silahlar...
Medya olayı "karşıt görüşlerin çatışması" olarak veriyor...
Hükümet soruşturmayı Asayiş Şube'ye vererek adi suç kapsamına sokuyor.
Bir terör saldırısı hükümetin müdahalesiyle bir adi suç olarak sunuluyor milletime.
Nereye kadar saklayacaksınız gerçekleri bu milletten?
***
Türlü oyunlarla ülkenin tüm dinamik güçlerini sindirdiler.
Her yere girdiler, sızdılar.
Sindirdiler.
Susturdular.
Yıldırdılar.
Son direnç noktası, Son Kale ve Son umut olarak MHP kaldı.
Şimdi oyunlarını MHP üzerine yoğunlaştırmaya başladılar.
Oynanan oyunları farkeden milletimizin MHP'ye olan teveccühü arttıkça kudurdular.
Milletin paralarıyla ayakta duran TRT'de milletin vergisiyle maaş alan spiker vasıtasıyla MHP'ye hakaret edip, caiamızı sokaklara dökmeye kalkıştılar.
Yetmedi hemen ardında Esenyurt'ta kahpece bir saldırı düzenleyerek, Yusufiyeli'mizi şehit ettiler, gönüldaşlarımızı yaraladılar.
Amaçları belli.
Seçimlere az bir süre kala milletimizin MHP'ye yönelmesine mani olmak.
Ülkcü camiayı bir sokak çatışmasının içine çekip, yalaka medyanın desteğiyle Ülkücüleri halka "kavgacı, çatışmacı, anarşist ve ülkenin huzurunu kaçıran" bir gurup olarak lanse edecekler.
Türkiye'de iktidara talip olan, 2023 hedefini ortaya koyan partimizi itibarsızlaştırma girişimidir bu.
Demokrasi'ye ve camiamıza yapılmış bir darbe girişimidir bu saldırılar.
***
Bu oyunu bozacağız.
Şehadet şerbetini içmek için sırada bekleyen,
Ölümü bir bitiş değil, bir vuslat olarak gören nice Yusufiyeliler var bu hareketin içinde...
Hedefimiz bellidir.
30 Mart'ta ülkemizin bir karanlık dehlize atılmasına mani olacağız.
Gece gündüz çalışarak,
Bizi halktan uzaklaştıran medyaya inat ev ev kapı kapı dolaşarak hakikatleri anlatacağız ve 30 Mart'ta Yusufiyeli Cengiz'in intikamını almış olarak gururla fatihalar okuyacağız bütün şehitlerimize...
Yusufiyeli Cengiz yıllarını iktidar mücadelesi veren parti teşkilatlarının çalışmalarını halka duyurmak için çalıştı.
Belki dev medya gurupları ile başa çıkamadı ama Kabe'ye ulaşmaya çalışan karınca misali "Vuslata eremesem de şehit olurum bu yolda" dedi ve dediğini yaptı.
Bu kutlu vazife başında şehadet şerbetini kana kana içti.
Şimdi onun en büyük emelini gerçekleştirme vaktidir.
Onun en büyük emeli Milliyetçi Hareket'i iktidar olarak görmekti.
Şimdi hepimiz birer Yusufiyeli Cengiz olup, gecemizi gündüzümüze katarak çalışmalıyız.
***
Hepimiz Türküz, hepimiz Yusufiyeliyiz diyorsak eğer;
Ey Yusufiyeli!
Artık sana uyumak haram.
Artık sana yorulmak haram.
Artık sana bezginlik haram.
Artık sana gülmek haram.
Artık sana durmak haram.
Binlerce şehidin kanıyla kutsanmış bu dava artık senden iktidar bekliyor.
Birbirimizi eleştirmeyi bırakalım.
Birbirimizle yarışmayı bırakalım.
İlk Ülkücü şehidimiz Ruhi Kılıçkıran'dan son Ülkücü şehidimiz Yusufiyeli Cengiz'e kadar, canlarını bu uğurda bir simitten bile değersiz görerek şehadet şerbetini içen binlerce şehidimizin aziz ruhları hatırına;
ARTIK YETER!
Birbirimizi sevelim, kucaklaşalım.
Bir olalım, birlik olalım.
30 Mart'a kadar şehitlerimiz için çalışıp, onlar için iktidarı alalım!


26 Ocak 2014 Pazar

Bir Yusufiyeli Masalı...

Bir varmış bir yokmuş gibi...
Bir masal gibi...
Rüyada mıyız yoksa!?
Hani birisi gelse omzumuzdan sallasa ve biz uyanıversek...
Her şey bir rüyaymış "Allah uzun ömürler versin" deyiversek...
Öyle olmuyor.
Bir kahpe kurşun yine adres sormadan saplanıverdi Yusufiyeli Cengiz'in yüreğine...
Bir garip adam...
Bir Allahlık adam...
Kahpece vurdular.
Tanımadan,
Bilmeden...
Böyle kahpece bir pusunun sonunda gitmek varmış ebediyete...
***
İstanbul'da MHP saflarında siyaset yapıp da onu tanımayanımız var mıdır?
Hangimizin fotoğrafını çekmemiştir ki...
Hangi mahallede,
Hangi ilçede,
Hangi salonda,
Hangi sokakta
Hangi meydanda
Bir MHP etkinliği varsa Yusufiyeli Cengiz elinde fotoğraf makinasıyla mutlaka oradadır.
Çoğu zaman fotoğrafınızı çektiğinden haberiniz bile olmamıştır.
Teşkilatımızla ilgili haberleri hep onun sitesinden okuduk.
Fotoğraf ihtiyacımız olsa onun sitesine başvurduk.
İstanbul'daki MHP camiasının can damarı gibiydi...
***
Yine yollardaydı Yusufiyeli Cengiz.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayımız Rasim Acar'ın seçim gezilerini takip ediyor fotoğraflar çekiyordu.
Yolu bu kez Esenyurt'a düşmüştü...
Yine aynı coşkuyla, aynı fedakarlık duygularıyla bu soğuk havada üşenmeden, yorulmadan yollara düşmüştü...
Nerden bilebilirdi ki, kahpelerin pusu attığını...
İşini yapıyordu...
Ailesinin rızkının peşindeydi...
En temiz yerinden;
En sağlam yerinden vurdular Yusufiyeli Cengiz'i...
O kahpe kurşun;
Kahpe ellerden çıkan kahpe kurşun...
***
İstanbul'un her köşesinde görev yapan Yusufiyeli Cengiz'in son durağı oldu Esenyurt...
Çektiği fotoğrafla yaşayacak.
Her fotoğrafa baktığımızda o gözümüzün önüne dikilecek.
Ömrünü adadığı bu kutsal davanın hizmetkarı olarak yıllarca çalışan değerli ağabeyimize yüce rabbim şehadet şerbetini içmeyi de nasip etti.
Mekanın cennet olsun Yusuf yüzlü, Yusuf yürekli, Yusufiyeli....


24 Ocak 2014 Cuma

KASIMPAŞA YAZILARI - İlk Aşkım

Küçüktüm...
Aşk nedir bilmezdim ama;
Aşk bilinmezmiş sonradan öğrendim....
Tarif edilmezmiş,
Anlatılmaz,
Anlaşılmazmış...
Kimse sana sormazmış;
"Aşık olmak ister misin?" diye...
Vakitli vakitsiz gelir çalarmış gönül kapını...
Davet beklemeden otururmuş gönül sofrasına...
Küçük büyük dinlemezmiş,
Tanrı'nın yaratttığı o muhteşem et parçası yerinden fırlayıverecek gibi olurmuş...
Adına kalp demişler ama böbrekten farkı yok mesela....
Mesela akciğer gibi etten bir parça...
Lakin Tanrımız Allah-ü Teala öylesine mükemmel bir tasarımcı ki;
Kalp bütün organlarımızdan farklı...
İçimizde yaşan bir varlıktır adeta...
***
Küçücüktüm...
Öyle bir aşkın içine düşmüştüm ki,
Ne kara gözleri vardı, ne de kızıl saçları...
Sadece bu aşka düşenler görebiliyordu;
Gözlerinin kara, saçlarının kızıl olduğunu...
Kara & Kızıl sevdam diye türküler söyleyeceğimi bilemezdim o günlerde...
Arkadaşlarım...
Hepsi her pazartesi günü başlar; hafta boyunca konuşur dururlardı:
- Nasıl yendik ama!?
- Oğlum geçen sene de biz sizi yenmiştik iki kere...
- Napalım oğlum hakem buz gibi golümüzü saymadı!
Ben bir türlü bu konuşmalara dahil olamamıştım.
Onlar takım tutuyorlarmış.
Renklere sevdalılarmış...
Sarı, Lacivert, Kırmızı, Siyah, Beyaz...
İki rengi yan yana getirip sevgilerini konuşuyorlardı...
Bense, ne onların tuttukları takımları sevebildim, ne de o renkleri...
Bütün arkadaşlarım sadece o takımları tutuyor, seviyor, konuşuyor...
Bense farklı bir sevdayı arıyorum sanki...
***
Babamın okuduğu Tercüman gazetesinin arka sayfasında bulmuştum o sevdamı...
Hoca Ahmet sokakta, Emine hanımın ahşap binasının giriş katındaki evimizde babam Tercüman gazetesini okuyordu...
ESES diyordu...
Anadolu Yıldızı diyordu...
Kırmızı Şimşekler diyordu...
En büyük kupayı Eskişehirspor aldı diyordu...
Evet Eskişehirspor Galatasaray'ı 4-3 yenip Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı almıştı.
İşte ilk aşkım...
İşte ilk kalp sızım...
İşte ilk yüreğimin yerinden fırlayacak olması halim...
O arkadaşlarımın tuttukları üç takımı da yenebilen tek takım...
En büyük kupayı da o almıştı...
Sevinçliydim,
Mutluydum,
Coşkuluydum...
***
O gece bir türlü sabah olmamıştı...
Arkadaşlarımla buluşup mahalle maçı yapacaktık ertesi gün...
Gece uyku tutmamıştı.
Belki de hayatımın en uzun gecesi olmuştu...
Nihayet zor da olsa sabah olmuştu...
Sabah doğruca Cezayirli Gazi Hasan Paşa İlkokulu'nun bahçesine gittim koşa koşa...
Ordaydılar hepsi...
Bugüne kadar hep onların birbirlerine söylediklerini ben onların hepsine haykırdım bu sefer:
"NASIL YENDİK AMA!"
Evet bu da benim ilk aşkımın öyküsü...
Kara&Kızıl sevdamın öyküsü...
Eskişehirspor'u ilk Kasımpaşa'da sevmiştim...
Ve ne mutlu bizlere ki, bu iki camianın kardeşlik öyküsünü de biz yazdık yıllar sonra...

17 Ocak 2014 Cuma

KASIMPAŞA YAZILARI - Karaburun'u Zehirlediler...

1976'nın yaz aylarıydı.
Hava ısındıkça Haliç'in kokusu daha bir keskinleşiyor, Hoca Ahmet Sokaktaki evimizin pençerelerini açamıyorduk. Hava sıcak pencereleri açıp, serinlemek istiyoruz ama nafile. Koku mahfediyor hepimizi. Sabah sabah bu kadar ağır kokarsa öğle sıcağında ne yapacaktık bilemiyorum.

Camdan dışarıya bakıp, bir arkadaşımın sokağa çıkmasını bekliyordum.
Birisi çıkarsa o da beni çağıracaktı.
Cama suratımı dayayıp, bir sağa bir sola bakınıp dururken, sokağımızın köşesindeki ahşap binada oturan İsmail'in bize doğru geldiğini gördüm.
Hemen mutfaktaki anneme seslendim:
- Anne ben sokağa iniyorum.
- Dur, demesine fırsat vermeden kapıyı çekip çıktım.

Merdivenlerden koşarak indim ki, annem yetişip arkamdan bir kere daha "Gel buraya kör olmayasıca" demesin...
***
Bir İsmail vardı, bir de ben.
Diğerlerinden ses seda yok.
Hadi onlar daha evdeler diyelim.
Ya da annelerinden izin alamadılar.
Peki Karaburun nerede!?
Karaburun sokağımızın köpeği.
Bizim de en sadık arkadaşımız.
Aslına bakarsanız sokağa ilk çıkan arkadaşımızı o karşılardı.
Hemen yanımıza gelir, başını öne eğer, kuyruğunu sallayıp, patileriyle adeta bize sarılmak isterdi.
Nerden baksanız yarım günlük hasret.
Hava kararmaya başlayınca bizler tek tek evlerimize girerken o tek başına sokağımızda kalırdı.
Sabahın erken saatlerinde de bizi görünce adeta uzun zamandır çok yakın bir arkadaşını gören bir insan gibi sevinirdi.
Bugün ise, Karaburun yoktu...
Meraklandık.
İsmail bir tarafa ben bir tarafa koşturmaya başladık.
- Karaburuuuunn gel gel gel oğlum...
- Karaburun nerdesin...
Yok bir türlü bulamıyoruz.
Çaydanlık Sokak'ın Kızılay Meydanı'na çıkan köşesine varmıştım ki, onu yerde boylu boyunca yatar vaziyette gördüm. Hemen seslendim:
- Karaburuuunnn, gel oğlum, gel hadi...
Dönüp bakmadı bile.
Kıpırdamıyordu.
Yanına varır varmaz boynunu okşamaya başladım. Sanki ince ince inliyordu.
Sesi de çok az çıkıyordu.
Acaba araba falan mı çarptı diye aklıma geldi.
Elimi vücudunun her yerine sürdüm hiç kan yoktu.
Belli ki hastalanmış dedim kendi kendime.
Napmalıydık acaba?
Karaburun'u nasıl iyileştirebilirdik ki?
***
Ben Karaburun'u ayağa kaldırmaya çalışırken İsmail geldi.
- Zehirlemişler oğlum bütün köpekleri. Arka mahallede de iki tane köpek ölmüş belediye zehirlemiş hepsini.
- Ama Karaburun ölmemiş bak sesi çıkıyor.
İsmail de hemen yanıma çömelip Karaburun'u sevmeye başladı.
Kötü bir şeyler olduğunu yeni anlıyorduk.
İkimizde arkadaşımıza sarılıp ağlamaya başladık.
Sanki Karaburun da bunun farkındaydı ve ince ince inlemeye devam ediyordu.
Biz öylece Karaburun'a sarılıp ağlaşırken bir ses duyduk.
- Çocuklar noldu o hayvana?
Ses tanıdıktı.
Ev sahibimiz Fatma Hanım'ın ta kendisi.
Çok sigara içerdi.
Sesi erkek gibi çıkardı.
Üstelik de küfürbazdı. Ama çocukları çok severdi biz de onu çok severdik.
Onu görünce daha çok ağlamaya başladım.
- Karaburun'u zehirlemişler diyebildim.
***
- Hay ben onların ........................! diyerek küfürü bastı.
Hemen o da yanımıza çömeldi.
- Evladım ölmemiş bu hayvan daha.
Dedi ve koca köpeği kucakladığı gibi bizim sokağa doğru koşturmaya başladı.
Koştura koştura bizim evin önüne geldik.
Köpeği Zeynep teyzenin penceresinin önüne yatırdı.
Hemen cama vurdu:
- Zeynep hanım bana hemen büyükçe bir soğanı ikiye bölüp getir !
Halbuki Zeynep teyze topaldı.
O kadar çabuk olamazdı.
Karşı binadaki dolmuşçu Zühtü beyin karısı çıktı kapıya.
- Ayol ne bu telaş Fatma, noldu bir yaramazlık mı var.
Fatma hanım yine küfürlü girdi lafa:
- Kadın hemen büyükçe bir soğan getir, kız Ayşeeeee sen de hemen bi tas yoğurt getir...
Dolmuşçu Zühtü beyin karısı ikiye bölünmüş soğanı getirdi.
Fatma hanım soğanı Karaburun'un burnuna dayadı.
Karaburun hiç tepki vermiyordu.
Fatma hanım soğanı iyice dayayıp sürtüyordu.
Nerdeyse koca soğanı Karaburun'un burnuna sokacaktı.
Sonra yoğurt geldi.
Fatma hanım soğanı bir kenara atıp hemen yoğurt tasını aldı.
Karaburun'un kafasını iki bacağının arasına alıp elleriyle ağzını açtı ve havaya doğru dikti.
- Ayşe şu kaşıkla dök yoğurdu hayvanın ağzına dedi.
Ayşe abla yoğurdu döküyor fakat yutamıyordu Karaburun.
Bir hamleyle kaşığı alıp yoğurdu kaşıkla boğazından aşağıya doğru iteliyordu.
***
Bir tas yoğurdu bu şekilde yedirdi.
Karaburun'un inleme sesleri biraz daha yükselmişti.
Hemen sarımsak istedi Fatma hanım.
Sarımsağı da hemen oracıkta bir taşla ezip Karaburun'un ağzına tıkıştırdı.
Bu arada Fatma hanımın küfürlerinden bütün belediye yetkilileri nasibini alıyordu tabii...
Ne Haliç'in kokusu kalmıştı, ne de hava neminin verdiği sıkıntı.
Fatma hanımın küfürleri şiir gibi geliyordu hepimizin kulağına...
Bir kaç dakika geçtikten sonra Karaburun kafasını kaldırmaya başladı.
Patileri hareketlendi...
Belki de o yaşıma kadar böylesi büyük bir mutluluk yaşamamıştım.
Karaburun kurtulmuştu.
Yeniden bizimle oynayabilecekti.
Bir kaç saat öylece yattı orada.
Fatma hanım ve bütün sokak sakinleri onun başında bekliyordu.
Hastane kapısında bir hasta bekler gibi.
Karaburun birden ayağa kalktı.
Sanki her şeyi biliyormuş gibi ilk Fatma hanımın ayaklarına dolandı.
Fatma hanım hepimizi kahkahaya boğan bombasını patlattı:
- Ulan deyyus bizim kemikleri yemezsin gider zaptiyelerin zehirli etlerini yersin ağzına tükürdüğüm eşşoğlusu...
Dedi ve Karaburun'un çenelerini iki eliyle tutup gerçekten de ağzına tükürdü...
***
Biz o gün çok mutlu olmuştuk.
Anlatılamayacak kadar, tarif edilemeyecek kadar mutlu olmuştuk.
Çocuk yüreklerimize yaşattığı o mutluluk yüzü suyu hürmetine inşallah Rabbimde onu ebedi hayatında mutlu eder...
Mekanın cennet olsun Fatma Hanım...

11 Ocak 2014 Cumartesi

MHP'ye oy veren günah mı işler!?

30 Mart 2014 Yerel Seçimleri'ne giderken siyasetin tamamen din üzerinden yapılıyor olmasını görmek gerçekten insana çok büyük acı veriyor.
Kendi seçim bölgemiz Beyoğlu'nda MHP'nin adayı sayın Osman GÜR ile yürüttüğümüz seçim çalışmalarında rakiplerimizin nasıl bir kara propaganda yürüttüklerini çok daha iyi görebiliyoruz.
Yapılan propaganda tamamen din eksenli.
Özellikle dini duyguları çok daha güçlü olan hanımlarımız arasında yürütülen bir propagandaya göre "MHP'ye oy veren günaha girer (!)" miş..
Biz MHP'li olduğumuz için bizimle ilgili yürütülen propagandayı öğrenebildik.
Böylesi bir propaganda sonrası uğradığımız şaşkınlıktan, diğer partilere oy verenlerin nasıl bir akıbete uğrayacaklarını öğrenemedik.
Herhalde CHP'ye oy verenler cehenneme gider.
Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi gibi partilere oy verenlerin de günahkar olmaları muhtemeldir.

Kadınlarımızın büyük çoğunluğu bu şekilde kandırılmış durumda.
***
Bu noktada şöyle bir düşünmek lazım.
Peygamber Efendimiz Hz. Munammed (SAV)'in bir Hadis-i Şerif'i vardır.
"İnsanların ibadetleri, namazları, abdestleri sizi aldatmasın; insanlar hakkında kanaat sahibi olmak için onların para ile olan ilişkilerine bakınız!"
Hadis-i Şerif çok açık.

İnsanlar sizi kandırmak için abdest alıp, namaz kılabilirler ama para ile olan ilişkilerinde sizi kandıramazlar deniliyor.
Son günlerde ayyuka çıkan yolsuzluk iddialarını hepimiz biliyoruz.
4 Bakan istifa etti.

Bazı bakanların çocukları gözaltına alındı, tutuklandı.
Başbakan sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan hakkında da akala hayale gelmedik iddialar var.
Başbakan'ın hakkında açılmış onlarca yolsuzluk dosyası var.
Başbakan bu dosyaların hiçbirinden yargılanamıyor.
Çünkü dokunulmazlık zırhı var.
Diğer bakan ve çocukları hakkında yürütülen soruşturmalar da hükümetin engellemeleri sayesinde karanlığa gömülüyor.
***
AKP'ye oy verirseniz cennete gideceksiniz.
Yukarda çok az bir kısmını yazdığım olumsuzluklara ve Peygamber Efendimiz'in Hadis-i Şerifi'ne rağmen.
Bir de "oy verdiğiniz halde günaha gireceğiniz" MHP kanadına bakalım.
MHP Genel Başkanı şu an tüm Genel Başkanlar arasında siyasete girdikten sonra serveti azalan tek lider.
Milletvekili maaşı almayan tek lider.
Ve yine hakkında bir tek soruşturma dosyası bulunmayan, dokunulmazlık zırhı ile korunmayan tek lider.
Hükümet ortağı olduğu dönemde MHP'li bakan Koray Aydın hakkında ortaya atılan yolsuzluk iddialarına "Sayın bakanım lütfen istifa ediniz hakkınızdaki tüm iddialardan Yüce Divan'da aklanıp öyle geliniz partimize" diyerek kendi elleriyle, kendi bakanını Yüce Divan'a yollayan tek Genel Başkan...
Sayın Koray Aydın bu süreçte Yüce Divan'da yargılanmış ve oybirliği ile aklanarak yeniden partisine dönmüştür.
Bir başka örnek Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak.
Aytaç Durak hakkında da AKP tarafından ortaya atılan yolsuzluk iddiaları vardı.
MHP Genel Başkanı sayın Devlet Bahçeli "Bunlar Siyonist Oyunları", "Bunlar Faiz Lobisinin oyunları", "Bunlar dış güçlerin oyunları" demedi.
Koray Aydın'a söylediğinin aynısını söyledi:
"Sayın Belediye Başkanım, lütfen görevinizden ve partimizden istifa ediniz hakkınızdaki iddialardan yargılanıp aklandıktan sonra partimize geliniz" diyerek yargı yolunu kendi elleriyle açmıştır.
Sayın Aytaç Durak bir çok davadan beraat etmiş, son iki davası da devam etmektedir.
***
Şimdi bu örnekleri düşünelim.
Peygamber Efendimiz'in Hadis-i Şeriflerini düşünelim.
Ve kime oy verirsek günaha gireriz onun kararını verelim.
Ayrıca şunları da düşünelim.
Okullara Kur'an-ı Kerim dersinin seçmeli olarak konulması teklifini veren parti MHP'dir.
Başörtüsü'nün serbest bırakılması için MHP tarafından yapılan öneri 2011 yılında AKP tarafından reddedilmiştir.
İmam - Hatip Okulları hakkındaki yeni düzenlemelerle ilgili MHP'nin baskı ve destekleri tüm kamuoyu tarafından bilinmektedir.
Bunun gibi bir çok örnek saymak mümkündür.
***
Müslüman uyanık olmalıdır.
Müslüman Allah'ın dininin siyasi emellere alet edilmesine engel olmalıdır.
Müslüman, bir diğer Müslüman kardeşi hakkında "Bunlar Fatiha'yı bile bilmezler" şeklinde çirkin iftiralar atanlara prim vermemelidir.
Müslüman, dini diline dolayanlara değil, kalbinde yaşatanlara destek vermelidir.
"Onlar isteseler de istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır"
Vesselam!

3 Ocak 2014 Cuma

Kasımpaşa'da ilk soğuk karpuz...

Hoca Ahmet sokak...
Cami-i Kebir Mahallesi...
Kasımpaşa..
Aşk ile bağlandığımız semtimizdeki ilk evimiz bu sokaktaydı.
Çocukluğumuzun, hayatımızın en güzel günlerinin geçtiği sokak...
Üç katlı ahşap bir binanın en alt katında oturuyorduk.
Bebek denilebilecek yaşta tanıştık bu evle...
Yarı bodrum kat sayılırdı.
Üç basamak aşağı inerek girerdik evimize.
Arkada bir bahçemiz vardı.
Bahçenin tam orta yerinde bir incir ağacı.
O vakitler hemen hemen her evin arka tarafında bir incir ağacı bulunurdu...
Eski tuğla ya da taş parçalarıyla etrafın bir daire şeklinde örülen incir ağacımız...
İşte bu ev aklına gelince insanın aklı duruyor...
İki sigara birden yakıyor...

***
Küçük kardeşim Ercan yoktu henüz.
Büyük ağabeylerim Naci ve Ahmet, annem ve babam...
Evin en küçüğü bendim henüz...
Yaş kemale erince bakkala, manava, kasaba, annemle birlikte pazara ben giderdi...
Daha doğrusu ayak işleri bana bakardı.
Bir de ev sahibemiz vardı.
Allah gani gani rahmet eylesin...
Emine Hanım...
İlerlemiş yaşına rağmen son derece bakımlı, alımlı tam bir İstanbul hanımefendisi...
Kısa boylu, kızıl saçlı, tonton yüzlü bir hanımefendi...
Yüzündeki kırışıklara derman olsun diye çoğu zaman yüzüne salatalık dilimleri yapıştırırdı...
Onun ayak işleri de çoğu zaman bana kalırdı.
Evimiz konak tarzı bir evdi.
Bizim merdivenlerden üst kata çıkınca geniş bir salon çıkardı karşımıza.
Burayı Rahmetli Mustafa Amcalar ve Niyazi beyler ortaklaşa kullanırdı.
Bu katta bulunan 1 oda Niyazi beylere, diğer iki oda da Mustafa amcalara aitti..
Salon ise ortak kullanım alanı.
Salonun bir köşesi mutfak gibi düzenlenmiş.
Küçük bir sehpanın üzerinde gaz ocağı.
Yemeklerini sırayla yaparlardı.

***
Aynı salonda ev sahibemiz Emine hanımın katına çıkan bir merdiven vardı ancak bu merdivenin girişinde bir kapı da vardı.
Bizim merdivende kapı yoktu.
Emine hanım deniz subayı olan eşi vefat ettikten sonra evine çok az misafir almış.
Çocukların dahi o kapıyı açıp yukarı çıkmasına izin vermezdi.
Ben ve benim yaşımda çocuklar için bir efsaneydi o kapı ve merdivenler...
Herkes bir şeyler konuşurdu.
Orayı bir kere gördüğünü söyleyen arkadaşlarımız Emine hanımın evini anlatırken sanki tarihi bir masal dinler gibi dinlerdik...

Emine hanım zaman zaman akşam yemek saatlerinde arka bahçemize bakan penceresinden sepetle bize meyve ya da bizim için lüks sayılabilecek yiyecekler salardı.
- Hasan efendiiiii... diyerek babamın adını seslendiği anda ben yerimden fırlar arka bahçeye koşardım.
Çoğu zaman 8 tane köfte salardı.
Bazen etli yemekler, bazen de meyveler...
Yine bir gün o sesi duydum...
- Hasan efendiiiiiii...
Ben hemen koşturdum arka bahçeye...
İstikamet belliyde.
Bahçeye adım atar atmaz sağ tarafa koşar ve sepete uzanırdım.
Uzandım baktım sepete yarıma yakın karpuz.
Bir anda hevesim kırılmıştı.
Çünkü karpuzu bizde sıkça alabiliyor ve yiyebiliyorduk.
İsteksizce elimi uzatıp karpuzu kavradığımda bir şaşkınlık yaşadım.
Karpuz buz gibiydi.
Bir anda başka bir heyecan sardı içimi.
Bu sıcak havada bu karpuz nasıl bu kadar soğuk olabilir diye düşünüyordum.
***
Bahçe kapısından içeri girdiğimde annemi gördüm.
- Ana bu karpuz buz gibi ya! dedim.
Annem pek o kadar şaşırmadı.
- Oğlum buzdolabından çıkarmıştır Emine hanım, Allah razı olsun içimiz serinler, dedi ve karpuzu elimden aldı.
Hay Allah!
Bu buzdolabı dediği de ne ki!?
Soramadım da.
Uzun zaman gördüğüm her dolaba uzun uzun baktım.
Bu dolabın içinde buz olanıdır her halde dedim her gördüğüm dolaba...
Buz ve dolap...
Hep ikisini bir araya getirmeye çalıştım.
Sonraları büyük caminin yanında buz satan dükkanı tanıdım.
O da buzları büyükçe bir dolaba koyuyordu.
Talaşların içinde buzlar ve kocaman bir dolap...
Demekki, Emine hanımın da böyle kocaman, talaşlı bir dolabı varmış dedim yıllarca kendi kendime...
***
Hayatımda ilk soğuk karpuzu o gün yemiştim.
Nasıl da güzelmiş meğerse.
Hele ki o yaz sıcağında insanın içinin serinlemesi nasıl da güzel oluyormuş...
Aradan yıllar geçti.
Son teknoloji buzdolaplarını aldık evimize ama...
Ama o karpuzun lezzetini bir türlü yakalayamadık bir daha...
Mekanın cennet olsun Emine hanım teyzem...